Şeytanın Ölçüleri (II)
“Şeytanın Ölçüleri–1” başlıklı yazımızda, şeytanın ölçülerinden bahsederken: “Ancak en tehlikelisi olan, asrımız insanının da fazlaca müptela olduğu hevaya tabi olan aklı kullanarak; kıyaslama veya bazı önermelerle bazı çıkarımlara ulaşma yolu olan ve bazı peygamberler üzerinde dahi uygulama cüretini bulduğu metottur…” demiştik…
Bu söylemimizin bazılarınca, akılla değil de ‘Bakmakla' çıkarımlara varmak, kaydıyla yanlış anlaşılabilir algısı üzerine, hem açıklayıcı hem de cevap niteliğinde “Şeytanın Ölçüleri–2 başlıklı bir yazı yazma gereği duyduk. (Aynı zamanda okurlardan gelen e-maillere de cevaptır bu…)
Şöyle ki; “Peki o halde aklımızı kullanmayalım mı? Böylesi bir cesareti göstermemeli miyiz?” denebilir. Bu neticelere varmak doğaldır da…
Aslında o yazıda verilmeye çalışılan, “Aklı kullanmanın gereksizliği” veya “Aklı kullanmama” sonucu değildir. Hangi aklı kullanmamız gerektiği ve o aklın nasıl kullanılacağı, kullanma metodunun ne olacağı ile ilgiliydi. İşte değinmek istediğimiz belki de tam olarak bu ve benzeri konular idi...
Başka bir deyişle; insan önce kullanmayı bilmeli. ‘Kullanıyor' gibi yapmamalı, öyle davranmamalı... Başkalarının aklına uyup da kendi aklıymış gibi davrananları ve başkalarının doğru varsaydıkları için mücadele ettikleri halde aklın kullanılmasını savunanları saymıyorum bile…
Sorunumuz görmek/idrak ile idrak edebilen akıl ile değildi, sorun: Sadece görünenle/gördüğüyle kıyaslamaya gitmek kaydıyla önermelerden çıkarımlara varmak… Şekilcilik, dışa verilen değer. Etiket insanı olmak…
Bakmak; Görünenle yetinmek ( yani sadece bakmak), oysa Görmek; fark etmek, idrak etmek, mahiyetine inmek, demektir.
Görünenden yola çıkarak görünmeyene varmak, bilinenden yola çıkarak bilinmeye varmak… Buna kim itiraz edebilir ki. Zaten inancımız da bize bunu emrediyor: Tefekkür, tedebbür ve teakkül…
Bu bağlamda mümin ile kâfirin bakış açıları bir olabilir mi?
Mü'min, her neye bakarsa baksın, onunla beraber mucidini görür ve mucide bakarcasına icat edilene itibar eder ve değer verir. Asıl olan da bu bakış açısıdır ki bununla; eşyaya hak ettiği değeri vererek, eşyaya dahi zülüm etmemektedir.
Kâfir öylemi? Birisinin onun için bu kâinatı hazırlamadığını ve o inanç ile baktığından dolayı, materyalist bir bakış açısıyla, kendiliğinden (Kendi kendine) var olan eşyaya, eşyayı verenin kadrini bilmediğinden, tanımadığından eşyaya dahi zül gözüyle bakarak zülüm etmektedir.
Evet, hem ferdi hem de toplumsal hayatta, kıstas salt “Görme/bakmak/görünen” olduğunda; adaletsizlik oluşur.
Biz, bunun gerçek manada “Aklı” kullanma olmadığına, aslında şeytanın ölçüsü olduğuna inanıyoruz… Zira o da saf ve temiz aklı değil de, hevasına tabi olan akılla hareket ederek: Âdem'in görünen kısmına bakıp; ‘Ben ondan daha hayırlıyım' deme cüretini göstermişti…
Bazıları bir önceki yazımızdan şunu da anlamış olabilirler; “Halen o eski ‘Tabuları' destekler” nitelikte bir yazı veya “Başkaları da aklımızın kullanılmamasını hep söyler dururdu, siz de mi?” gibi çıkarımlara varmış olabilir… Tabii bu, ‘Tabu ve Totem'den ne anladığımıza kalmış...
Aslında çok kişi vardır ki; "Hakkı batıl/tabu bilip yüz çevirmiş... Bir o kadarı da batılı/tabuyu hak olarak bilip ardına düşmüş". Mesele de bu zaten: "Hakkı hak olarak bilip ona uyabilmeyi, batılı da batıl olarak bilip ondan sakınabilmeyi" aklı, akl-ı selimi kullanarak ancak bulabilir/ulaşabiliriz...
O dediğiniz "Başkaları" ile ilgilenmediğimizden dolayı belki de bunları yazıyoruz... "Başkaları"nın önünüze koyduğu "Tabuları" yıkmak içindir belki de tüm çabamız...
Nasıl olur! Biz, Allah'ın Kur'an-ı Kerim'i aklederek okumamızı tavsiye ettiğini idrak edenlerdeniz. ‘Kur'an ve Okumak' başlıklı yazımızda bunu çok açık ve geniş bir şekilde işlemiştik zaten…
Ve akletmenin ne olduğunu da biliriz. Akletmek: Öğrenilen şeyler üzerinde (Nefsanî arzulardan uzak kalmayı başarıp) kafa yorarak belli sonuçlara varmaktır.
Ama dikkat etmenizi istediğim önemli bir husus var: Aklı kullanmak ve aklı kullanıyor gibi yapmak ayrı şeylerdir…
Allah, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde; aklını kullanan ve kullanmayıp da kullanıyormuş gibi davranan toplum(lar) için, geniş-geniş ve türlü-türlü misaller vermiş ve bu her iki gurubu net bir şekilde açıklamıştır. Zira Kur'an-ı Kerim, akıl ve basiret sahiplerine hitap eden ilahi bir kitaptır. Peki, bu kitabın işleyiş biçimi olan İslam'ı referans alan biri, nasıl olur da aklın kullanılmasına karşı çıkabilir… Bilakis inancımızın temeli olan Kur'an-ı Kerim, aklını kullananları övercesine; temiz akıl sahiplerine (Ulul elbab), basiret sahiplerine (Ulul ebsar) ve akl-ı selim sahiplerine de (Ulu'n nüha) tabiri ile hitap etmektedir.
Kur'an, Temiz akıl sahiplerinden başkası düşünüp öğüt almaz dercesine: “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak temiz akıl sahipleri anlar.... 2/269”, “O, sana Kitab'ı indirendir. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.3/7”, Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar. 13/19” ve “İnsana bir zarar dokunduğu zaman Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra kendi tarafından ona bir nimet verdiği zaman daha önce O'na yalvardığını unutur ve Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. De ki: “Küfrünle az bir süre yaşayıp geçin! Şüphesiz sen cehennemliklerdensin. (Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. 38/89” ayetleri takdire şayandır…
Hatta Kur'an; birçok yerde muhataplarına, “Yiyin, hayvanlarınızı yayın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri (Ulu'n nüha) için (Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller/ ibretler vardır. 20/54” “...Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? 11/51” demektedir. Ayrıca, “Düşünmez misiniz? 2/44”, “Andolsun, size (bütün durumlarınızı kapsayan) zikrinizin içinde bulunduğu bir Kitap indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız? Yazıklar olsun, size de; Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız? 21/10-67; 23/80” “(Dünyalık olarak) size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah'ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?28/60” ve benzeri üsluplarla “Akletmez misiniz? Düşünmez misiniz?” gibi sorular sorarak, muhataplarını akletmeye ve düşünmeye teşvik etmiştir.
Kur'an-ı Kerim'deki en önemli konulardan bir tanesi de aklın kullanılmasıdır.
Bunu dikkate almayan “İslamî anlayışta” olan bazı kişiler, aklın kullanımını sınırlandırarak akla pranga vurmuş olabilirler. Ve bunu Kur'an-ı Kerim'deki “Hevasını ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi bekçi olacaksın! 25/43” ayetine dayandırmış olabilirler. Bizi onlarla karıştırmayın. Çünkü biz, hevaya tabi olmak ve hevaya tabi olan akla tabi olmak ile aklı kullanmanın aynı şeyler olmadığını biliyoruz.
Heva: İlme tabi olmayan arzu ve isteklerdir. Şeytan/İblis: “... ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın' dedi. 38/76 ” bu bakış açısıyla bakıldığında İblisin aklını kullandığı için değil de, büyüklük taslayarak hevasına tabi olduğundan dolayı secde etmediği görülecektir. Kur'an Hz. Davud'u (a.s) hikâye ederken de şöyle demektedir: “Ona dedik ki: ‘Ey Davut! Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna (Hevana) uyma, yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır. 38/26” İşte biz, hevanın değil de, aklın kullanılmasını önemseyenlerdeniz…
Aklını kullanıyor gibi davrananlardan değil de, tam anlamıyla saf ve temiz aklı kullananlardan olmamız dileğiyle…