Şeyh Galip (1757-1798) ve Hüsn-ü Aşk
Asıl adı Mehmet Esat olan Şeyh Galip (1757 – 1798) Divan Edebiyatımızın Fuzuli, Baki, Nef’i, Nabi, Nedim gibi en büyük şairlerinden biridir. İstanbul’da doğmuştur. Babası Mustafa Reşit Efendi kâtiplik mesleğinde ve Mevlevî tarikatında, olgun, bilgili bir adamdı. Oğluna kuvvetli bir din kültürü ve tasavvuf terbiyesi verdi. Galip çok küçük yaşında Mevlana’nın eserlerini okuyarak derin bir tasavvuf zevki aldı. Daha pek gençken arap, fars ve osmanlı edebiyatı eserlerini de esaslı bir şekilde tetkik ederek olgunlaştı. Yirmidört yaşında divan tertip etti. Yirmiyedi yaşında iken Hüsn ü Aşk’ı yazdı. Mevlana’ya karşı duyduğu büyük heyecanla Konya’ya giderek, pîr’inin mezarını ziyaret etmiş, dönüşünde Yenikapı Mevlevihanesinde dervişliğin bütün icaplarını yapmış, 1791 de Galata Mevlevihanesine Şeyh olmuş, ondan sonra Şeyh Galip adını taşımıştır. Samimi ve temiz bir dindar, derin ve asil ruhlu bir insan olan şair, şöhrete kıymet vermemiş ve devrinde geniş kitle tarafından fazla tanınmamıştır. Yalnız devrin padişahı olan Üçüncü Selim ince ruhu ve sanatkâr zevkiyle kendisini çok sevmiş, onunla çok zaman dostluk etmiştir. Galip de bu iyi ve yeni ruhlu padişaha candan bağlanarak kasidelerle onun meziyetlerini anlatmıştır. İstanbul’da yaşamış ve orada ölmüştür. Mezarı Galata Mevlevihanesi bahçesindedir.
Bütün şiirlerinde derin ve renkli sanatkâr ruhunun vakur coşkusunu yaşatan Galip, divanından ziyade Hüsn ü Aşk hikayesiyle ün almıştır.
HÜSN-Ü AŞK
Hüsn ü Aşk sembolik bir hikayedir. Şair, hayali bir âlem içinde hayali tipler ve maceralar tasvir etmekte, bunlar vasıtasiyle tasavvufi aşkı ve dervişliği anlatmaktadır. Eser, dervişler zümresini temsil eden Benî Mahabbet ( Sevgi Oğulları ) adlı bir kabilenin tasviriyle başlamaktadır.
Amma ne kabîle, kıble-i derd,
Bilcümle siyahbaht ü ruzerd,
Giydikleri afitab-ı temmuz,
İçtikleri şu’le-i cihansuz.
Vadileri rik ü şişe-i gam,
Kumlar sayısınca hüzn ü matem.
Hargehleri dûd-u ah-ı hırman,
Sohbetleri ney gibi hep efgan.
Her birisi bir nigara urgun,
Şemşir gibi dehanı pürhun.
Erzakları belâ-yi nagâh,
Ateş yağar üstlerine her gâh.
Ektikleri dane-i şerare,
Biçtikleri kalb-i pare pare.
Anlar ki kelâma can verirler,
Mecnun o kabîledendi derler.
Sattıkları hep meta-i candır,
Aldıkları suziş-i nihandır.
Ol semte gelince nevbaharân,
Sahraya olurdular girizan.
Dağ-ı gamı gülfeşan sanırlar.
----------------
Her biri gezer kenar-ı bağı,
Devşirdiği lâle kendi dağı.
Bilmez ki nedir Nihal-i Gülnar,
Ateş mi bitirdi yoksa gülzar,
Gül mü güler, erguvan mı ağlar,
Etfal-i nihal kan mı ağlar…
Şiirin vezni: mef’ulü mefailün feûlün Kabile: bir atadan gelen topluluk Kıble : Kâbe, Kâbe’nin bulunduğu yön. Kıble-i derd: derd ocağı. Bilcümle: hepsi. Siyahbaht: kara bahtlı. Ruzerd:sarı yüzlü, solgun. Cihansuz: cihanı yakan. Rik: kum. Şişe-i gam: gam şişesi dar ve sıkıntılı yer. Hargeh: çadır. Dud: duman. Hırman: mahrumiyet, yoksulluk. Efgan: feryat. Pürhun: kan dolu, kanlı. Şerare, şirare: kıvılcım. Meta: alınıp satılan şey. Suziş: yanış. Nihan: gizli. Nevbaharân: ilkbaharlar. Girizan: kaçıcı. Dağ: yara. Gülfeşan: gül saçıcı, bir çeşit lâle. Gülnar: ateş gülü, ateş renkli bir çeşit gül. Etfal-i Nihâl: fidan çocukları, çocuklar gibi olan fidanlar.
Bir gece tabiatta garip haller görülür. Gök gürültüleri içinde kâh nur kâh karanlık yağar. Biri erkek biri kız iki çocuk dünyaya gelir. Kabilenin büyükleri toplanarak kıza Hüsn, oğlana Aşk adını koyarlar. Çok güzel olan bu çocuklar büyüyüp birbirlerine aşık olurlar.
Hüsn, ilâhi güzelliği: Aşk, buna aşık olan dervişi temsil etmektedir. Bunlar, tekkeyi temsil eden Nüzhetgâh-i Mani ( mânevi ferahlama yeri ) adlı bir bahçeye giderler. Şair bu yeri renkli bir tabiat parçası gibi tasvir etmektedir.
Nüzhetgeh-i Mâni öyle bir yer
Kim âbı benefşe, hâki amber.
Sidreydi Nihal o bağa yekser,
Bir ham erik, anda çarh-ı ahdar.
Sersebz giyahı ömr-i cavid,
Şebnemleri necm ü gonce hurşid.
Ol gülçemene ne dun tabir
Üşkûfeli sebz şal-i Kişmir.
Mirrih idi pasiban-i butsan,
Ay çiçeği anda bedr-i taban.
Ahterle döşenme sahn-i hâmun,
Elmas çakıl taşından efzun.
Hemhalet-i gülşen-i tahayyül,
Gülgonceler al kanatlı bülbül.
Bir havz-i mubarek ol makamı
Sirab ederdi, Feyz namı.
Etmiş meğer ol riyazı Mevlâ
Yekpare gümüş suyiyle irvâ…
Benefşe: menekşe, lâcivert. Sidre: Trabzon hurması cinsinden bir ağaç. Sidretülmünteha (göğün yedinci katında olduğu kabul edilen bir makam, bir ağaç ). Yekser: baştan başa, tekbaşına. O bahçeye fidan, baştanbaşa sidre idi, Sidretülmünteha idi. Bu kelime burada iki mânaya kullanılmaktadır. Cinas-i mânevi denilen edebi sanat meydana gelmektedir. Çarh-i ahdar: yeşil gök. Eski şark telakkilerine göre göğün birinci katı yani birinci felek, yeşil zebercetten bir küredir. Ham erik yeşil göğe bu münasebetle benzetilmektedir. Sersebz : yeşil başlı. Giyah: ot. Cavid: ebedi, sonrasız. Şebnem: çiy. Necm: yıldız. Gülçemen: çiçekli büyük çemenlik. Dun: aşağı. Üşkûfeli: çiçekli. Sebz: yeşil. Şal-i Kişmir: Keşmir şalı. Pasiban-i butsan: bostan bekçisi. Bedr-i tâban: parlak ay. Ahter: yıldız. Sahn-i hâmun: sahanın içi.
Efzun: fazla. Hemhalet: aynı halli. Gülşen-i tahayyül: hayal bahçesi, muhayyile bahçesi. Sirab: suya kanmış. Riyaz: bahçeler. Yekpare: baştan başa. İrvâ: sulamak.
Aşk, Hüsn ile evlenmek istemiştir. Kabilenin büyükleri Hüsn’e kavuşmanın kolay olamayacağını söylemişler, Aşk’tan, tehlikeli ve ıstıraplı uzun bir yolculuk yaparak diledikleri şeyleri temin etmesini istemişlerdir. Aşk, Hüsn’e kavuşabilmek için koşulan bütün şartları kabul etmiş, yola çıkmıştır. Başından türlü türlü felâketler , esrarlı dev ve cadı maceraları geçmiştir.Yolunu kaybederek karanlık bir kış gecesi bir çölde bulunur. Galip, burada, dervişin Allah yolunda çektiği sıkıntıları sembolik bir ifade ile anlatırken, daha önceki parçalarda da olduğu gibi, çok sanatlı bir kış tasviri yaparak divan edebiyatı estetiği içinde üstün bir şiir meydana getirmektedir.
Bir deşt bu kim, neuzü billâh,
Cinler cirit oynar anda her gâh.
Birbirine ye’s ü havf lâhık,
Geh kar yağar idi geh karanlık.
Sermadan olup füsürde mehtab
Şebnem yerine döküldü simab.
Ahu-yi sefide döndü deycûr,
Sahra dolu müşg içinde kâfur.
Buzdan kırılıp sipihr-i mina
Düştü yere rîze rîze gûya.
Bürc-i Esed oldu rah ü meydan,
Her kûşede bir pamuktan aslan.
Efsürde olup şirar-i serkeş
Cevherler içinde kaldı ateş
Kalmadı havada murğ-u serkeş,
Gâhice uçardı reng-i ateş.
Mahileri sayd içün seraser
Bağlı idi oltalarda ahker.
Deryaları geşt edince gâhi
Ahuya gıda olurdu mahi.
Olsaydı segin dehanı pürcuş
Âguş-i peder sanırdı hargûş.
Lağzişten edip meğer taharri
Gelmezdi kenar-i havza perri.
Fanusun içinde şem’-i rahşan
Deryada nühüfte şah-ı mercan.
Deşt: çöl. Her gâh: her an. Havf: korku. Lâhık: ardından gelen, ulaşan. Geh: kâh. Serma: kış. Füsürde, efsürde: donmuş. Simab: gümüş suyu, cıva. Ahu-yi sefid: ak ceylân. Deycûr: çok karanlık. Müşg: mis, siyah renkli bir madde. Kâfur: beyaz renkli bir madde. Karanlıkta kar mis içinde kâfura benzetilmekte. Sipihr: gök. Mina: sırça, billûr. Rîze rîze: zerre zerre. Bürc-i Esed: Aslan burcu. Şirar: kıvılcım. Murğ: kuş. Gâhice: arasıra. Mahi: balık. Sayd: avlamak. Seraser: baştan başa. Ahker: kor. Geşt edince: yürüyüp geçince. Seg: köpek. Pürcuş: coşmuş.
Âguş-i peder: baba kucağı. Hargûş: tavşan. Lağziş: kayma. Taharri: araştırma, çekinme. Peri: peri. Şem’: yanmış mum. Rahşan: parlak. Nühüfte: saklı, gizli. Şah-ı mercan: mercan dalı.
Şaşkın bir halde öteye beriye koşan Aşk, ansızın harman gibi bir ateş yığını ile karşılaşır. Bunun başında dev anası gibi korkunç bir cadı karı vardır. Başı kara dağlara benziyor, ağzı mağara.
Burnu Moda Burnu’nun ovası,
Sırtlan yatağı, keler yuvası.
Kaş yapmış iki kara çıyanı,
Saç yapmış iki küme yılanı.
Tarla kovuğu iki kulağı,
Kirpi yuvası, sıçan yatağı,
Ateş ile söyleşir lisanı,
Gûya o cehenneme zebani.
Evlâdı doğardu bir yanından,
Yuttuğu çocukların kanından…
Bu cadı büyü ile Aşk’ı kendisine bağlamak ister, onu korkutmak için eziyetler eder. Aşk, cadının elinden kurtulur, fakat daha korkunç dev ile canavar maceraları geçirir, ateş deryaları aşar, yolu Çin kıyılarına düşer. Burada da Çin padişahının kızı onu parlak bir içki sofrasına alır:
Zer hançesi afitab-ı rahşan,
Sagarları encüm-ü dırahşan.
Aguş-u arîş içinde ol şah
Aguşuna aldı Aşk’ı çün mah.
Saki dahi kendi ol periveş,
Bir hur idi ki şarabı ateş.
Yakut gibi şarab-ı engûr,
Elmas gibi piyale-i nur.
Zer: altın. Hançe: sofra, sini. Afitab: güneş. Rahşan: parlak. Sagar: kadeh.Encüm: yıldızlar. Dırahşan: ışıklı. Arîş: çardak. Periveş: peri gibi, güzel. Hur: huri. Engûr: üzüm.
Aşk, aldanmış, hapsedilmiştir. Fakat sonunda Hüsn’ün adamları tarafından kurtarılır. Sevgilisine yani Allaha kavuşur:
Bir perde açıldı nabehengâm,
Aşk oldu tahayyür ile sersam.
Bir hal-i garip oldu peyda
Kim eylemez idi hiç hulya.
Filvaki alıp o şahı Hayret
Açıldı süradikat-ı vuslat.
Buldu bu mahalde kıssa Pâyan,
Bundan ötesi değil nümayan.
Hüsn ü Aşk, 1926
Nabehengâm: ansızın. Tahayyür: hayret, şaşkınlık. Sersam: sersem. Süradikat-ı vuslat: kavuşma perdeleri, kavuşma sahaları. Pâyan: son. Nümayan: görünen, görünücü.
Hazırlayan: Ulviye Savtur
Kaynak: Kaynak: Vasfi Mahir Kocatürk/Türk Edebiyatı Antolojisi
Not: Beşir Ayvazoğlu’nun, Kuruluşunun 700. yılında Osmanlı Devleti’ne ve vefatının 200. yılında Şeyh Galib’in aziz ruhuna armağan ettiği, “Kuğunun Son Şarkısı” kitabı (Ötüken Yayınları: 1.Baskı: Şubat:1999) yıllar sonra Ulviye Savtur’a, Hüsn-ü Aşk Şiirini yazdırdı.
Divan edebiyatına olan ilginin azlığı beni endişeye düşürür. Lakin bu işe gönül verenlerin kaleminden böyle yazıları okuyunca da kendimden geçerim. Kaleminizdeki Osmanlı hanımefendisi vari kelimelerin adabını söylemeden geçemeyeceğim.Zamanın şiir adına özgün yansımalarının anlamsızlık gafletiyle yaşadığımız çağımızda, şeyh galibi tekrar anımsamaktan mutluyum. Osmanlının son dönemlerindeki tasavvuf ağırlık eseriyle divan edebiyatında sadeleşme adına bir yol açan şairi devrandır benim için Şeyh Galip.
Kasım 10th, 2010 at 19:13Yıllarca halk ve saray arasındaki edebi ayrılıkların çözümlenmiş halini, hüsn-ü aşkı okuyunca fark ediyor insan.
Size gerçekten teşekkür ederim. kaleminiz dert görmesin.