Sevgili Sevim Teyze
Onüç yaşımdan buyana görmediğim halde itiraf etmeliyim ki bunca yıl pek
düşünmedim seni. Ama şu ”Karabiberim” şarkısı çıkınca, karabiberim
kelimesinin herkese aşina olması, seni yoğun olarak düşünmeme neden oldu.
Ve binlerce görüntü, binlerce duygu bilinç altından bilincime üşüştü.
Aslında mektup yazmak yerine, arayıp bulmak, sarılmak ve ”Hakkını helal et”
deyip, yaşadığımız o tuhaf, o anlaşılmaz, ama olması gerektiği gibi olan
insan ilişkisini karşılıklı tartışmak isterdim. Ama şu yaşadığım kırk yıl
boyunca, senden daha iyi tanıdığım bir insan olmadı galiba. Dolayısıyla
eğer karşılaşsak, neyi nasıl sorabilirim ki sana? Nedeni olmayan, niçinsiz
nasılsız bir sürü yaşananı nasıl izah ederdin bana? Belki ”Nedeni yok” demeyi
bile akıl etmezdin.
Dolayısıyla eğer karşılaşsak, neyi nasıl sorabilirim ki sana?
Nedeni olmayan, niçinsiz nasılsız bir sürü yaşananı nasıl izah ederdin bana?
Belki ”Nedeni yok” demeyi bile akıl etmezdin. ”Delimi bu?” biçiminde yüzüle
bakardın belki. Planlı, programlı bir karşılaşmadan çok günün birinde bir
yerlerde tesadüfen karşı karşıya gelip olacakları doğal akışına bırakmak,
daha çok yakışır sana da, bana da. Eğer karşılaşsak bu kartlaşmış kadına
gene ”Karabiberim” der misin? İhtimal demezsin. Ama bunun nedeni
beni karabiberlikten azletmen değil, benim böyle bir şeyi artık sevimsiz
bulacağımı düşünmenden kaynaklanır.
Dedim ya seni iyi tanıyorum. Kendimi fark etmeye başladığım yıllarda
ağzını doldura doldura, söylediğin ”Karabiberim, Tarçınım” sözlerini, ben
büyüdükçe azalttığını daha seyrek söylediğini çok iyi hatırlıyorum. Aslında
beni bir kere bile öpmediğini, abartılı sevgi gösterilerinden hep kaçtığını.
Bu benden mi kaynaklanmıştı yoksa senin dikkatli gözleminden mi? Sanıyorum
yüzümü öptüklerinde öpülen yeri sinirli sinirli sildiğime bir kaç kez şahit
olmuştun. Senin sevgini gösterme biçimlerin farklıydı.
Başlangıcını bilmediğimiz, doğumumuzla var olan ve zamanla
ayırtına vardığımız güneşi, ayı, yıldızı, suyu ve toprağı nasıl alışkanlık
sonucu kanıksıyorsak, başlangıcını bilmediğimiz ilksiz bir sevgiyi de
öyle kanıksıyoruz galiba. Ayırtına vardığımızda güneş hep doğuyordu ve
doğacaktı nasılsa. Bu durum bizde büyük bir yanılsama doğurur. ”Olmazsa ne
olur?” duygusu pekişirken, kaybetme korkusu diye bir şey kalmaz. Senin
sevginde böylesine doğal ve kanıksanmış bir şeydi benim için. Kendimi
bildiğimde vardı ve çok sıradan bir ”hep olan” ama olmazsa da olur bir
şeydi. Sonradan kazanılmamış bu ilksiz normalite bendeki kayıtsızlığın temel
kaynağı oldu zamanla. Hiç bir şey yapmamıştım ki beni sevmen için.
Sen zaten seviyordun. Tarafımdan kazanılmış bir şey değildi ki kaybetme
korkum olsun.
Bana öyle geliyor ki en yüce sevgi, sevilmek ihtiyacının doğurduğu
sevgi değil de sevmek ihtiyacının doğurduğu sevgidir ve sevme gücü, doğuştan
var olan değil, zamanla oluşan, yaşadıkça edinilen bir yetenek. İstiridyenin
içinde incinin oluşması gibi. Nerden geldiği belli olmayan bir kum tanesi
(ki doğuştan da olabilir) yüreğimizin içine girmişte sanki, zamanla
çeşitli biçimlerde beslenip bir inci olmuş. Bazen gasp edilen bazen sunduğumuz.
İşte sen yüreğindeki o inciyi bana sunmuştun. Senin ihtiyacın buydu. Bense
senin sunduğun bu inci sayesinde yüreğimde bir inci oluşmakta olduğunun
henüz farkında değildim. Sana sunacak hiçbir şeyim yoktu. Kanıksamanın
doğurduğu kayıtsızlıktan başka. Aslında herhangi bir şey sunmama da gerek
yoktu. Çünkü kendim tüm bütünlüğümle senin için tüm incilerden daha değerliydim.
Tam da istediğin gibi bir çocuktum üstelik. Sessiz, sakin, soruldu mu cevap
veren bir çocuk. Gariptir, seninle geçen senelerden elle tutulur hiçbir konuşma
yok aklımda, biliyor musun? Sadece fotoğraf kareleri gibi görüntüler,
görüntüler... Hep gülümseyen bir insandın. Güzel sayılmazdın. Ama içi
gülen gözlerinin ve eğri dişlerinin değişik biçimlerde göründüğü bir çok
fotoğraf karelerinden oluşan görüntüler o kadar güzel gözüküyor ki şimdi
gözüme. Sıcacık. Aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi. Saatlerce
konuşmadan otururdum yanında. Senin sabırla karışık ip yumaklarını
açışını seyrederdim. Senden hatırladığım tek soru:
”Kavurmalı yumurta yapayım mı?”
Bazen sorardın. Konuşmadan anlaşırdık ya bilirdin ne çok sevdiğimi,
hiç sormadan yapardın çoğunlukla.
Öğle yemeklerini genellikle sende yerdim. Önlüğümün bir cebine dut
kurusu diğer cebine kırık leblebi doldurup, okula gönderirdin. Sana geldiğim
zaman, kapıyı açtığında ”hoş geldin der miydin?” hatırlamıyorum ama bana bir
kere bile ”Neden geldin?” diye sormadın. ”Neden gidiyorsun?” diye de
sormazdın. Sınırsız özgürdü senin sevgin ve sınırsız özgürdüm senin
yanında. Dolayısıyla hep uysal hep sessizdim.
Özellikle yaz tatillerinde dışardan oynarken sıkıştığımda senin
yanına gelirdim. Kendi evime gitsem, annem ”Hayır gidemezsin” diyebilir,
bir daha dışarıya çıkamayabilirdim. ”Güm güm, güm” kapıyı çalardım. Sen açar,
kenara çekilirdin. Ayakkabılarımı savurarak çıkarır, pat, pat diye koridoru
koşar, karşıdaki tuvalete girip, kapıyı ”küüt” diye kapatır, ”şar, şar; şar,
işer, aynı hızla geri döner, ”çat” kapıyı kapatır, çıkardım. Tüm bunların
hepsi iki üç dakika sürmesine rağmen oldukça sık tekrarlanırdı ve sen
”Neden geldin?” diye sormadığın gibi, ”Hayır gidemezsin” de demezdin. Ben
istediğim zaman gelir, istediğim zaman giderdim. Bu kadar basit ve özgür bir
formülü vardı ilişkimizin. O yaşlarda yalnızca bana karşı öyle
davrandığını sanırdım. Şimdi düşünüyorum da kocana ve oğluna davranış biçimin de
pek farklı değildi. Sen sadece kendiliğini yaşıyordun. Bu günün ölçülerine
göre cahil bir insan olarak tanımlanabilirsin. Hiç okula gitmemiştin.
Benim anlayışıma göre ise kişi hak ve özgürlüğüne kendiliğinden saygılı
doğal - aydın bir insandın sen.
O devirlerde erkek çocukları pek kıymetliydi. Özellikle doğuda.
(Şimdi de öyle ya) Erkek çocukları bizi hep döverdi. Korkardık onlardan.
Oğlun benden 3-4 yaş büyüktü ama sen ilişkilerini birbirinden ayırmasını o
kadar iyi becerirdin ki onun bana en ufak bir zarar verdiğini hatırlamıyorum.
Uzak dururdu benden. Bu durumu beni ondan daha çok sevdiğine yorardım.
Tam bir güvenlikteydim senin yanında. Bundan dolayı sık gelirdim size.
Yoksa ne kara kaşlarına hayrandım, ne de içi gülen gözlerine.
Kocan bazen öğle yemeklerine gelirdi. Bana kayıtsızca şeyle bir
bakardı. Sanıyorum bazen düşünürdü ”Bu çocuk neden sürekli burada?” diye.
”Sen burada ne arıyorsun?” der gibi, yeni görüyormuş gibi, garipseyerek
baktığı olurdu arada. Sonra uzunca bir süre hiç bu biçimde bakmazdı.
Şimdi düşünüyorum da sanıyorum aranızda benimle ilgili ufak bir konuşma
geçiyor ve ağzının payını alıyordu Kadir Bey Amca.
O zamanlar, biz çocukların en büyük zevki ağaçlardan meyve
aşırmaktı. ”Dalmak” derdik buna. Bazen hangi bahçeye dalacağımıza karar
veremezdik. Ben ”Sevim Teyze’nin eriklerine” derdim. ”Ya kızarsa?”
dediklerinde ”Sevim Teyze bana bir şey demez” derdim kayıtsızca. Yıllar
geçtikçe bu sözün başına kocaman bir ”Amaan” kelimesini ekler olmuştum üstelik.
Artık ”Amaan Sevim Teyze bana bir şey demez” diyecek kadar küstahtım.
Diğer çocukların da kabul ettiği bir ayrıcalıktı benimkisi. Bazen teklif
onlardan gelirdi. İtiraz ederdim. ”Sevim Teyze sana bir şey demez” diyerek
ısrar ederlerdi. ”Hayır olmaz.” demek kendi gözümde kendimi önemli görmeme
neden olduğundan ”Olmaz” derdim. Keyfiyetin tamamen bana ait olması ne
güzel bir duyguydu.
Ayçiçeklerine dalmak çok zevkli olurdu. Dış kabuğu tamamen beyaz
pek görülmemiş bir cinsti seninkiler. Dört gözle beklerdik olgunlaşmalarını.
Koparmak için yaklaştığımızda hep yakalardın bizi. Ya odanın penceresinin
önünde ya balkon kapısında durur, ”Gidi, gidi, gidi” der gibi başını sağa
sola sallardın. Ne azarlardın ne de tavuk kışlar gibi kovalardın. Bir iki
gün sonra kendimi affettirmek için sana gelirdim. Hiçbir şey demezdim.
Sen de demezdin. Kapıyı açtıktan sonra işin neyse onun başına dönerdin.
İşin genellikle karışık ip yumaklarını açmak olurdu. Para karşılığı yapardın
bu işi. Bilemediğim bir yerlerden karışık ip yığınları alır, bunları açıp
çile haline getirirdin. Yardım edersem beni bağışlayacağını düşünürdüm. Senin
yanına otururdum. İpleri açmaya çalışırdım. Daha çok karıştırırdım.
”Bırak” demezdin. Şimdi dikkat ediyorum da insanlar karışık ipleri
açarken sinirleniyorlar. Hemencecik sabırları taşıyor, koparıveriyorlar.
”Ver ben açayım” deyip ellerinden alıyorum. Elde bir tane ip ucu varsa eğer,
ne kadar karışık olursa olsun, eninde sonunda açılacağını senden öğrendim.
Saatlerce sabırla uğraşırdın. Genel sabrın bu sayede oluşmuştu belki de.
Olumsuz olana sürekli olumlu yaklaşıldığında, olumluya çevrileceğini
belki de iplerden öğrenmiştin sen. Belki onun için hiç kızmadın çocuklara.
Belki onun için oğlun o kadar sakindi. Belki bundan dolayı kocan bu kadar
dingindi. İplere elimi sürdüğüm sürece bir gün onları açmayı başaracağımı
biliyor muydun? Açmayı başardıkça bu işten zevk aldığımı da görüyor muydun?
Belki en çok bu zamanlar hayıflanıyordun. ”Keşke benim kızım olsaydı” diye
geçiriyor muydun içinden? Verdiklerinin semeresini almak seni sevindireceği
yerde üzüyor muydu yoksa? Yoksa ayrılığı mı düşünüyordun? Senin
duygularını bilebilmek... ben büyüdükçe neler hissediyordun?..
Babam emekli oldu. İstanbul’a göç kararı alındı. O devirlerde göç büyük
bir olaydı. Beş altı ay öncesinden yas tutulmaya başlanırdı.
Topluca ağlama seremonileri falan yapılırdı. Ben artık on üçümdeydim.
Boyum uzamış, bedenim ve yeni özlemlerim şekillenmişti. İstanbul’a
gidecektim. Dünyayı fethedecektim. Artık iplerde cazip değildi,
ayçiçekleri de. Kavurmalı yumurtanın da bir önemi yoktu. Sana gelmeyi de
iyice seyrekleştirmiştim.
En son sana gelmemden bu yana beş ay mı geçmişti on ay mı? Mahallede
ğaçların dallarını üzerine eğdiği yollar vardı. Her yüz yüzelli metrede bir
elektrik direğinin aydınlattığı yarı aydınlık yollar. Artık favorimiz
ayçiçekleri değil, bu yollarda - piyasa - yapmaktı akşam üstü ve geceleri.
Bir Temmuz akşamıydı. İki kişi miydik yoksa üç kişi mi? Köşeyi
dönünce mi bizi fark ettin? Köşeden senin evine yirmi adım mıydı mesafe,
otuz adım mı? Kadınlar balkonlarda otururdu geceleri. Sivrisinekler yüzünden
ışıklar yakılmazdı. Evinin önünde bir erik ağacı vardı. Dallarını yola
doğru uzatmıştı. Eriklerin önemi yoktu ama boyumuzu milim milim ölçerdik
ya o yaşlarda. İnan ne kadar yukarıya dokunabilirim dürtüsüyle sıçramıştım.
Bir de bu bölgede ne kadar ayrıcalıklı olduğumu hatırlayarak yere indikten
sonra yoluma devam etmekti niyetim. Zıpladım. O anda elimde bir erik var mıydı
yok muydu hatırlamıyorum. Ayaklarımı yere basar basmaz yoluma devam edemeden
bir ses geldi evinin karanlık balkonundan buruk.
-Büyüdün... büyüdün artık.
İçim burkuldu. Eriğin bir önemi yoktu. Belki sende biliyordun bunu.
Erik bahaneydi her ikimiz içinde ama hayatımda bir daha hiç o kadar utanmadım.
Keşke yer yarılsa da içine girseydim. İnsan alıştığı davranışları
nasıl da kanıksıyor. Belki senin tarafından daha önce azarlansaydım, bu kadarcık
bir sitem, dokunmayacaktı bana. Aslında sözlerin değildi, sözlerinin
gerisindeki söyleyiş tarzı, sesindeki tondu benim yüreğimi burkan. Neler
yoktu ki bu ”Büyüdün, büyüdün artık” sözünün içinde. Tüm sitemler, tüm
yakarışlar. Tüm keşkeler, tüm pişmanlıklar. Tüm özetler, tüm sonuçlar. Oysa
hiç de azarlayıcı bir şekilde söylememiştin. Sesin bile yükselmemişti.
Sertlik hiç yok, aksine olağandan öte bir yumuşaklık vardı ses tonunda.
Sanki ”Keşke büyümeseydin” der gibiydi sesin. ”Bitti bitti artık” anlamına
gelse de, ”Keşke bitmeseydi” demek vardı sözün gerisinde. Tonlamadaki
burukluk o kadar belirgindi ki kesin sonuç, tüm keşkelerdi.
O an senden nefret ettim. Bu nefretim sevgimi keşfettirdi bana:
”Aa ben Sevim Teyze’yi ne kadar çok seviyormuşum meğer” olduğunu fark ettim
ve artık nefretim olmadan sevginin ayırtına varamayacağımı hissettim. Yüreğimde
bir şeyler çatlamış ikiye bölünmüştü sanki, yarısı nefret yarısı sevgi olan.
Belki sende böyle karışık duygular yok. Belki ”Sevgi sevgidir, insan
sevdiğinden nefret eder mi hiç?” diyeceksin. Ah Sevim Teyze benim
duygularım seninkiler gibi yalın, saf ve net değil. Sen doğal - aydınsın.
Bense entelektüel şekillenmelerimin alabildiğine karmaşıklaştırdığı
duygularımın etkisiyle şaşkın ve cahilim. Ben sevgiyi nefretsiz
yaşayamıyorum. Önemseme kayıtsızlıkla at başı gidiyor içimde. Yabancım olan
her şeyi hemen kanıksıyorum. Yaşamımdaki hız alabildiğine monoton.
Çağımızın normalitesiyim ben. Dolayısıyla bütün bunları düşünmem, boş
vermeyi doğuruyor. O yüzden boş ver bu dediklerime. İncin hala bende mi?
Yoksa her şey bitti mi? Sizler güçlü insanlardınız Sevim Teyze.
Sizin için bitirmek kolaydı. Biz ise tüm bittileri yaşarken hiç bir
şeyi bitiremiyoruz. Hiç bir şeyi doğru dürüst yaşamıyoruz ki
bitirelim. Hayatımız yaşamamışlıkların, bitmemişliklerin bir bütünü.
Yüreğimizde hep yarım yarımlık, hep bölünmüşlük. Bölünenlerden kurtulmaya
çalışan keşkelerimiz.
Seni kıracağıma elim kırılsaydı keşke Sevim Teyze. Aramızdaki ilişkiyi
kapsayan o kayıtsız, koşulsuz, kuralsız özgürlük bölünmese keşke. Keşke buruk
bir hüzün doğmasa bu bölünmüşlükten. Sözündeki final haşmeti yüreğimi
sıkıştırmasa, keşke yüreğimin içi parça parça bölünmese... ah Sevim Teyze,
ne büyüktü bana attığın kazık. Ne zaman koymuştun bu inciyi yüreğime? Azar,
azar mı büyümüştü, yoksa o anda birden bire mi alıp fırlatmıştın? Bilemiyorum
ama bir daha hiç kurtulamadım o lanet inciden.
Sonra hoyrat inci avcıları geldi dönem dönem,
Gasp ettiler incimi.
Parçalayıp attılar. Parça parçalar battı, kanattı. Kaçmak kurtulmaksa
mümkün olmadı.
Senden hatırladığım sadece üç söz:
-Karabiberim, tarçınım.
-Kavurmalı yumurta yapayım mı?
-Büyüdün.. büyüdün artık.
Ve binlerce görüntü...