Seni Allah’a Şikâyet Ediyorum Resul Karataş!
Kör geceyi aydınlık yarına bağlayan saatlere doğru çalan telefonun, alarm mı yoksa çağrı mı olduğuna karar veremediğim, sesiyle uyandım. Alarm değildi. Bir arama vardı telefonumda: Babam. Hayırdır inşallah diyerek telefonu açarken, babamın eşi, korkmamamı söyleyerek bana, babamın yataktan kalktıktan sonra ayağının yerdeki bir şeylere takılıp, düştüğünü ve kalça kemiğini kırdığını anlatıyordu. Sabahı sabah ettim.
Eniştem ve ablamla yola koyulduk. Kırıktan korkmuyordum. Geçen sene, babamın Parkinson olmadığını, üç senedir kullandığı ilaçların hiçbir işe yaramadığını bize ispatlayan nöroloğun sözleri beynimde sürekli yankılanıyordu: “Genel anestezi alamaz, masada kalır!”
Yüksek tansiyon neticesinde, Parkinson semptomlarının görülmesine yol açan beynindeki ince damarların tıkanmasını anlamayan saygı değer nörologlar, “Parkinson her zaman titreme ile gelmez, kaslarda katılaşma da bir belirtisidir.” diyerek adamcağıza boşu boşuna yıllarca Parkinson ilaçları yüklediler ve hastalığı şifa bulmadı.
Hastaneye ulaştığımızda suskunluğuna bir de görememeyi ekleyen babam öylece yatıyordu yatağında. Verilen ağrı kesicilerin etkisiyle kırığından habersiz ha bire bir oyana bir bu yana dönmeye çalışıyor, boşlukta tutunacak bir dal arıyordu. Babam bizi görmüyordu. Seslenişlerimize “he” şeklinde cevap veriyor ama bir müddet sonra şuurunu tamamen kaybediyordu. İki gün… tam iki gün derdimizi doktorlara anlatmaya çalıştık. Özellikle hastanenin tek nöroloğu olan Resul Karataş’a! İlk gün “madopar”ı görünce hemşirenin elinde çılgına döndüm! Madopar, Parkinson hastalığının ilaçlarından en parlağı. Elimde ilaç doğru odasına gittim. Odada yok. Doktor odasına gittim. Orada da yok. Servise çıktım. Yok. Tekrar odasına gittim ve nihayet buldum. Filan sebepten yatan, falan hastanın kızıyım. Babam Parkinson değil, geçen senenin mr sonucu elimizde. Filan isimli doktorun
diye konuşuyorum ama burada yazdığım gibi kesintisiz değil elbette. Sürekli beni başından savmaya çalışıyor. “Benim hastam değil, tamam. Ben tedavimi yaptım, tamam. Bu kadar, tamam…” deyip meramımı anlatmamı kesip, her defasında beni odadan çıkmam için uyarıyor. Kendisine, damarların tıkanmasından dolayı Parkinson semptomları gösterdiğini, genel anestezi ile ameliyat olursa, masada kalacağını, bunun sorumluluğunu üzerine alıp alamayacağını sorduğumda yine babamın onun hastası olmadığını, buna kararı kendisinin veremeyeceğini ortopedi doktorunun ve anestezi uzmanının buna karar vereceğini söyleyip beni odadan çıkardı.
Kiminle konuşsak, yakasını silkeliyor bu Resul Karataş denilen nörologdan. İşin daha ilginci, muayenehanesine gelenlere pek bir bal şerbetmiş arkadaş! Onlar hasta da bunlar mal mı? Şu tam gün yasası çıksın da gör bakalım. Sizin gibilere müstahak! Adam, nörolojik bir sebepten dolayı ameliyatında ölüm riski olan bir hastaya benim hastam değil dedi! İnanılır gibi değil! Belli ki bu adam beynindeki bir faaliyetten dolayı düşmüş ve kalça kemiğini kırmış. Senin görevin değil mi bunu öğrenmek! Sen diş hekimi veyahut iç hastalıkları uzmanı değilsin ki! Nasıl “benim hastam değil” dersin! İlla özel muayenehanene mi gelmesi lazım! Bal gibi senin branşını ilgilendiren bir durumdan dolayı düşüp, kemiğini kırmış. İnsan ameliyat öncesi bir mr çekelim, ne olmuş, ameliyatı kaldırabilir mi, yoksa kaldıramaz mı diye o bizi süründüğün 3 gün boyunca bir şey yapmaz mı? Doktorluk, terzilik ya da kasaplık gibi bir meslek midir? Hiç mi sorumluluk bilincin yok!
Başhekim, bir akrabamızın yakın arkadaşıymış. Ertesi gün o akrabamızı aradık. Başhekim odamıza geldi. Durumu izah ettik. Bizimle yakından ilgilendi. Sağ olsun. Diğer hasta ve yakınlarıyla da ilgilenen bir başhekimmiş.
Başhekim odamızdan çıkınca Resul Karataş damladı. Babam hepten bilinçsiz yatıyordu. Tomografi istedi. Sonuçları hemen aldık ve kendisine ulaştırmaya çalıştık. Ortopediysen ile birlikte baktılar ama adam hiç bizim yüzümüze bakmıyor. Sanki arkadaş resim sergisinde bir natürmort tablo hakkında yorum yapıyor. Hâlâ da eksi manyetik rezonans (mr) görüntülerine bakmış değil, bu arada. Yeni bir mr çekilmesini istedi. Bir kitle varmış. Ne olduğu tomografiden anlaşılmıyormuş. Zaten neden tomografi istiyorsun ki, baştan mr istesene! Hastanede mr makinesi olmadığı için bizi Derince Devlet hastanesine ambülânsla göndereceklerini söylediler. Ortopedi doktoru, hastaneyi arayarak durumu izah etti. İki buçuğa randevu aldı. Saat iki oldu ambulans yok
İki on beş yok… İlgili hemşire “arıyoruz hasta bekliyormuş.” diyor her sorduğumuzda. Biz bir doktora, bir hemşireye bir babama sürekli aşağı yukarı koşturuyoruz. Meğer ambulans aşağıda bizim hastamızı bekliyormuş! Nasıl bir iletişim bozukluğudur bu! Babamı kırık bacağıyla yatağından sedyeye aldık. Gidene kadar uyudu. Sedyeden hastane sedyesine alırken uyandı. Hastanelerde hastabakıcı yok. Bu tüm kaldırma indirme işlemlerini bizler yapmaya çalıştık ve babam uyandı. Eli kolu durmuyor. Kalkmak istiyor. Nefes alış verişleri problemli. Sanki nöbet geçiriyor. Mr masasına alınınca iyice heyecanlandı. Hareketleri daha da hızlandı. Başını kaldırıyor, olmuyor gövdesini kaldırmaya çalışıyor. Ben iki gözüm iki çeşme Allah’a ve anlayıp, anlamadığını bilemediğim babama yalvarıyorum sakinleşmesi için
Nitekim… mr çekilemedi. Aynı acılarla sedyeye, oradan ambulans sedyesine alındı ve gerisin geriye yattığımız hastaneye döndük. Ha bu arada, mr çeken kişi, uyuşturulmadan nasıl buraya gönderildi, filan dedi. Resul’ü aradık. Böyle böyle diyorlar, uyuşturulsun mu bir şey olur mu diyeceğiz, bilin bakalım ne dedi? “Benim hastam değil, kendi doktorunuza sorun!” Bilin bakalım ben ne dedim? “Allah seni bildiği gibi yapsın!”
Akrabamızı aradım. Olanları gözyaşları içinde anlattım. Biz hastaneye vardığımızda o çoktan gelmişti. Başhekimle telefonla görüştük. Hastamızı İstanbul’a almak istediğimizi söyledik. Yoğun bakım üniteleri müsait olan birkaç hastane araştırdık. Nafile… O gece İstanbul’a döndük ve ertesi gün, babamın hastaneye yatışının üçüncü günü her şeye yeniden başladık.
Hastaneye geldiğimizde doktorlar eski mr’lara ve yeni tomografiye bakarak anesteziciyle bir araya gelmişler. Bu arada, anestezicinin “ameliyatı büyük risk taşıyor, tam teşekkürlü bir hastaneye sevki tavsiye olunur.” notu varmış dosyada. Onu da gece öğrendik. Ortopedist ve başhekimle ayrı ayrı uzun süren konuşmalardan ve risklerin bizimle paylaşılmasından sonra ameliyata oy birliği ile karar verdik. Babam üçüncü gün bir parça daha iyiydi. Bu bizi ümitlendirdi. Bize tepki veriyor, hatta gülümsüyordu. Cuma günüydü. Perşembe başlayan kar yağışı iyice artmış, gökyüzünden neredeyse ceviz büyüklüğünde karlar yağmaya başlamıştı. Öyle güzel bir manzara olmuştu ki. Bir an manzaranın büyüsüne kaptırdık kendimizi. “Bir sigara vereyim mi?” sorumu babam iştahla “ver!” diye cevapladı. Bir sigara verdim. Hemen dudaklarına götürdü. Şöyle bir derin nefes aldı ve yüreğinin ateşiyle yanan sigaradan anılarla dolu dumanlar odanın tümünü kapladı… Ya da 1999 yılından bu yana başımıza gelenleri hâlâ kabullenemeyişimin bir göstergesi olarak, böyle olduğunu zannettim,
Babamın bu rahatsızlığı annemin sağlığına dayanıyor aslında. Annem “bir şeyler oldu bu herife, hareketleri kısıtlandı sanki.” diyordu ama o zaman da bulunamamıştı. Sonra üzerine deprem, eşini, oğlunu evini barkını alıp götürdü ondan. Ben bu hastalığın bu denli vurucu olmasının nedeninin o günlerin psikolojik etkisi olduğunu düşünüyorum. ve yalnızlık… Depremden iki sene sonra evlenmişti babam ama evliliği onu giderek yalnızlaştırdı. Annemin akraba ve dostlarından olan çevresi yeni eşinin iteklemeleriyle giderek onlardan uzaklaştı. Çalındığı halde açılmayan kapılar, arandığı halde bakılmayan telefonlar artık ne çalınır, ne de aranır oldu. Büyük bir sosyal çevreden sıyrılıp, mağarada yaşamaya başladılar. Bilmiyorum belki de böyle değildi. Babamla sohbete, dertleşmeye dayanmayan ilişkimiz, onun konuşamamasıyla iyice köreldi. Yeni eşini çok sevdiğini farklı platformlarda sıkça dile getirmişti. O zaman derdi neydi? “Çok konuşuyor, istekleri bitmiyor” diyordu. Doğrusu babamda pek çekilir bir ahlaka sahip değildi. Çabuk sinirlenir, hiddeti olur olmaz yerde şaha kalkar. Küfürlü konuşur ve bağırırdı. Kadıncağızın işi pek kolay sayılmazdı.
Giderek kötüleşen sağlık durumuna bir de bu kırık eklenmişti. Kadıncağız babamın yatalak ve kör olmasından çok korkuyor.
Babamın orada ameliyat edilmesine karar verdik ve Cuma günü İstanbul’a geri döndük.
Neticede babam –Allah’a çok şükür- başarılı bir ameliyat geçirdi. Ablamla bugün konuşuyorduk da ikimiz de aynı duygular içindeymişiz. Babamızın durumunu soranlara ameliyat başarılı geçmesine rağmen “iyi” diyemiyoruz. Biliyoruz ki babam beynindeki ne olduğunu hâlâ bilemediğimiz sorundan ötürü iyi değil. Eşine göre, düştüğü için bir şok yaşadı ve bir müddet sonra kendine gelecek, hatta geldi bile!
Geçmiş olsun Sevgili Hazal,
Maalesef anlattıklarınız Türk Sağlık Sisteminin kabullenilmesi zor gerçekleri. Doktor ünvanına sahip bir çok kişi, tıp fakültesini okumakla, gelen hatalara eziyet etmeyi müktesep sayar olmuşlar. Eğitim yıllarında asosyalleşircesine der çalıştıklarından mıdır nedir bilinmez, beşeri ilişkileri tamamen menfaate dayalı...
Allah'ın değirmeni ağır döner, ince ince öğütür.
Bu dünyada kim kime ne ettiyse, aynısını ahirete kalmadan bulur ve hesabını beş beteriyle verir.
Açıkçası ben hiç aksine şahit olmadım.
Herkesin imtihanı farklıdır ve çekilen dertler mukabilinde mükafatı da ona göre fazla olur.
Babanıza Allah'tan acil şifalar dilerim...
Şubat 14th, 2010 at 01:38