Bir gün, Hz Ömer’e “Yazık sana Ey Ömer! Yazık! Kim bilir kaç Müslüman çocuğun canına kıydın!” diye, kendini hesaba çekmesine neden olacak bir haber ulaşır.
Bu haber, Hz Ömer için sonsuz bir cehennem azabı gibidir. Bu nedenle ömrünün sonuna kadar kendini kınamaktan geri durmaz.
Haber: Bir anne, -fakirliği yüzünden- devletin sütten kesilen çocuklara bağladığı gıda yardımını bir an evvel almak için, çocuğunu vakti gelmeden sütten keser. Bu haber, Halife Hz Ömer’e ulaştığında hemen, “Çocuklarınızı sütten kesmek için acele etmeyiniz! Hazineden her bebeğe maaş bağlayacağız!” bildirisini ilân ettirir.
, * * *
Malum seçimlere az bir zaman kaldı. Propagandalarına hız veren partiler, hayal mahsulü seçim vaatleri konusunda birbiriyle yarışıyorlar. Herkes, iktidara geldiklerinde vaatlerini yapmamak için bin bir türlü mazeret üreteceklerini de yakinen biliyor.
Aslında her dönem yerel yönetimlerde iktidarda olmalarına rağmen, iki seçim arasında yatıp, sandık yaklaşınca oy devşirmek için yapılan vaatleri ciddiye almak gereksiz. Buradaki işleri, siyasetlerinin âyinesi olduğundan, laflarının da bir değeri kalmıyor.
Bu vaatlerin ne kadar gerçekçi olduğunu, son günlerde yürekli yaralayan iki hadise açıkça ortaya koymakta. Bu hadiseler bize, Halife Ömerleri hatırlamadan geçmemize izin vermiyor. Kaldı ki bunlar, bu iki-üç örnekten de ibaret değil. Basına yansımayan nicelerinin olduğunu kimse bilmiyor.
İlki, Samsun’da geçtiğimiz aylarda, daha 2,5 aylıkken yetersiz beslenme yüzünden ölen Kübra Nazar Bakırcı bebek...
İkincisi ise, önceki gün yine 2,5 aylık bebeğini “Bu çocuk önce bulana, sonra Allah'a emanet. Lütfen kendi çocuğunuz gibi bakın. Benim durumum yok. Elimde değil bakamadım. Hem de bırakmak istemedim. Ama mecbur kaldım. Anlayışla karşılayın. Bu çocuğun sıcak bir yuvaya ihtiyacı var. O da ben de yok, durumum yok. Haram yedirmem evladıma. Size emanet. İyi bakın oğluma. Teşekkür ederim." yazılı bir mektupla, bebeğini bir hastane bahçesine bırakan anne ve yavrunun dramı…
Hangi açıdan bakarsanız bakınız, iki ateş topu. Her yıl 200 binden fazla insanın, fazla yemek nedeniyle öldüğü dünyada, her iki kişiden birinin obez/şişman olduğu Türkiye’de bu ayıp; bu ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlarla birlikte, kendini insan sayan herkesin günahı. Bu hiçbir zaman alnımızdan çıkarıp atamayacağımız kara bir leke.
* * *
Merhum Mehmet Akif’e ‘Koca Karı ile Ömer’ şiirini yazdıran hadiseyi hatırlayın ve lütfen bu şiiri bir kez daha kirlenen kalplerimiz için okuyalım. Sabilerden yükselen açlık çığlığını dindirmek isteyen ninenin ‘susun birazdan pişecek’ sözleri saplanmıştı Halife’nin kalbine.
Sordu Halife: “-Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?”
“-Bu gün ikinci gün, aç kaldılar...”
“-O halde, neden biraz yemek koymuyorsun?”
“Yemek mi? Çömleği sen, tirit mi zannediyorsun? İçinde sade su var, çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar! Ne çare! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.”
Sonrasını Akif’ten dinleyin. Lakin şurası, siyasi iradeye yönelttiğimiz eleştirilerden rahatsız olanlara kapak olsun!
Hz Ömer: “-Halife nereden bilsin halini?”
Yaşlı kadın: “-Niye halife oldu o zaman!”
Sahi, halkınızın halini bilmeyecektiniz de niye vali, belediye başkanı, siyasi parti lideri, bakan, başbakan, meclis başkanı, cumhurbaşkanı oldunuz?
Bu ülke ‘adalet devleti’ olsaydı, hepinizi cinayetten yargılarlardı.
Geçtiğimiz yıllarda, bir kadın 4 çocuğu ile birlikte girdiği markette, 1 paket kaşar ve çikolata çalarken yakalanır. Konu adliyeye intikal eder ve Antalya 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde, 3 yıl hapis istemiyle dava açılır.
Bu hadisede işler, beklenenin aksine yolunda gitmektedir. Davaya aslan yürekli bir hâkim bakar. Bu eli öpülesi hâkim, konuyu sıradan bir hırsızlık vak’ası olarak görmez.
Görgüsüzlük, umursamazlık, bencillik, bananecilik, tamahkârlık, açgözlülük ve sair sayısız kötü hasletin cirit attığı günümüzde, hâkim hepimizin yüzüne tokat gibi vurulan bir karara imza atar ve der ki: “Sanığın suça teşebbüs ettiği, çalınanların değeri yüksek olmayan gıda maddesi olduğu ve daha çoğunu çalma imkânı varken, ihtiyacı kadar çaldığının anlaşıldığından sanığın beratına…” (3 Ekim 2008 Yeni Şafak)
İslam, zenginin malından fakire pay ayırmış. Şayet bir beldede fakirlik söz konusuysa, burada ya Müslüman zenginler yoktur, ya da Müslüman zenginler fakirlerin hakkını vermeyerek zulmetmektedirler.
Zenginler sanıyor ki, sadece ailelerine bakmakla yükümlüler. Oysa İslam onlara, kendilerine bahşedilen zenginlik emanetinin karşılığında, Müslüman olup olmadığına bakmaksızın 8 zümrenin sorumluluğunu da yüklemiş.
Hz Peygamber s.a.v.: “Allah, zengin Müslümanların servetinden, fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak için bir pay ayırmıştır. Zira fakirler, ancak zenginlerin hataları sebebiyle aç ve çıplak kalırlar” buyurur.
Bir anneyi, bebeğine haram yedirmemek için hastane bahçesine bıraktıran düzenler ve bu düzenin zengin Müslümanlarının bedenlerini ateş topu sarmışta farkında değiller. Oysa onların yaptıkları sadece ateşlerine odun taşımak…
Memur veya işçi iken iki takım elbisesi bile olmayan biri, belediye başkanı veya milletvekili olduktan sonra Karun kadar zenginleştiği, belediye bütçelerinden Şeddat gibi harcamaların yapıldığı, buna karşın yetersiz beslenmeden ölen çocukların olduğu, annelerin çaresizlikten bebeğini terk ettiği, derdini açamadığı için sefaleti yaşayan biçarelerin sayılmayacak kadar çoğaldığı toplumlar, ateş toplumları olmalı.
“Haram helâl ver Allah’ım, bu hınzır kulun yer Allah’ım” devrinde, ya yeni Ömerler yetiştirmeli, ya da oradan hicret etmeli. Fakat bugün çıkarları söz konusu olduğunda, adını ağızlarında sakız yapanlar ve özellikle de zenginler, siyasetçiler ve cemaat önderleri, Hz Ömer’in adını asla ağzına bile almamalı.
Kimse çıkıp da ‘bakamayacağın çocuğu niye yaptın’ veya ‘2,5 aylık bebeğe mi bakamadın’ ya da ‘hastane bahçesine bırakana kadar … şunu bunu yapsaydın’ diye akıl vermemeli.
Hep söylüyor ve yazıyorum. Bin kez de olsa yazmaya ve söylemeye devam edeceğim. Bugünün gıdaları, insanların fiziki açlığını gideren ancak biyolojik ve gönül açlığını gidermeyen petrokimya ürünleridir. Buna rağmen hâlâ yaşıyorsak, aramızdaki “deliler” hürmetine olmalı.
Eskiden delisiz köy olmazdı. Bir belde delisiz kalmışsa, o beldeye felaket ineceğine inanılırdı. Şimdi ise akıllı kalmadı. Ama bu akılsızlık delilikten değil; bencillikten, tamahtan, hırstan…
Ölen vicdan, geri kalansa tıkınmaktan başka işe yaramayan ceset.