Sayın Bay
Bir ara bakışlarım ellerine kaydı
Ve sağ elinin orta parmağının ilk
boğumumun yan tarafındaki,
leblebiden biraz küçük çıkıntıda
sabitlendi.
Şaşırdım.
Hiç bu kadar büyük bir kalem nasırı
görmemiştim.
İşte o anda ona saygı duydum.
M.Ş
Siz.. Bir röportajda “Makineleri sevmiyorum” demiştiniz. "Ben de” diye
düşünmüştüm. Onbeş yıl mı yirmi yıl mı geçti üzerinden? Şimdi…
seviyor muyum, sevmiyor muyum? Artık böyle şeyleri düşünecek zamanımız
yok. Makine işte!Teknoloji.. Alıştık. Baş döndürücü bir hızla gelişmesinden
de başımız dönmüyor artık. Tüketime falan da karşı değiliz. Yani karşıyız da
karşı değiliz gibi bir durum. Nasıl mı? Şöyle; düşünce bazında karşıyız ama
uygulamada değiliz. Kendimizi frenleyemediğimiz gibi frenleme gereği de
duymuyoruz alışveriş yaparken. “Yaptığımız doğru değil” diye düşünsek bile.
Sadece tüketim değil bir çok konuda böyleyiz. Yaptığımız zihniyetimize, ahlak
anlayışımıza, doğru bildiklerimize, genel doğrulara uymadığı halde yapıyoruz
o anda kolayımıza öyle geldiği için. Arsız olduk anlayacağınız. O dev teknoloji
şirketlerini de sizin kuşağın bakış açısıyla değerlendirmiyoruz. Size göre onlar,
kapitalist emperyalist sömürücüydüler, bize göre ise “Başarılı başarılılar”lar.
Hem bu devirde öyle uzaklarda ıraklarda görünmez gizemli soyut sömürücüler
yok. Herkes her an sömürgen olabilir. En yakınındaki aile bireyleri bile. Her
dakika uyanık olacaksın. Kollayacaksın kendini, sömürtmeyeceksin.
Cep telefonunu öyle düşünmeden hemen her çalışında, cırt diye açmayacaksın
mesela. Herkesin her an geçirebilir olabileceği ihtimalini hiç aklından çıkartma-
yacaksın. Kısacası devir başka devir.
Siz, bir başka röportajda, “Ne diye yazıyoruz? Kimse okumuyor ki!” diye sitem
etmiştiniz. Bu sözü söylediğiniz zaman gerçekten de kitap okunmuyordu.
Televizyonun, kitabı iyice derinlere gömüp üstüne ölü toprağını attığı yıllardı.
1988 miydi, 89 mu? Her neyse.. Sizi, diktatör televizyon yenemedi. Birkaç
yıl sonra bir patladı ki bu ülkede bir kitabınız, ben o kitaptaki
“İğdiş edilmişler ülkesinde ayıp şeyi yerinde kalan kişi” adlı öykünüzü, mahalle-
de sandalye masa satan bir esnaftan dinlemiştim. Sizi okuyordu halk ve birileri
sizi sevmiyordu. Siz ne esrar kaçırıyor, ne kadın satıyor, ne de sahte tanrılara
başınızı eğiyordunuz.
Siz yazıyordunuz, okunuyordunuz, bir kalem ucuyla para kazanıyordunuz.
Üstüne üstlük kadınlar sizi beğeniyordu o kısacık boyunuza rağmen. İşte bu
yüzden bu ülkede siz, yobazlar tarafından kıskanılıyordunuz. Sanatınıza ve
kişiliğinize saldırıyordu yobazlar. Sanat yobazları, din yobazları siyaset
yobazları vs..
Kısacası haset; her renge boyanıyor, her elbiseyi giyiniyordu. “Basit” diyor-
lardı yazdıklarınıza sanat yobazları ve beğenmiyorlardı. Yazdıkları zor anlaşılan
ünlü düşünür Nietzsche, “Basit olan dahiyanedir” diyordu oysa. Okumu-
yorlardı ki ne Nietzsche’yi ne sizi, neydi dertleri?
Onların kudurganlığı yazmayı beceremeyişlerinden kaynaklanıyordu aslında.
Din yobazlarının sizin yazdıklarınızla bir alıp verecekleri yoktu.
Okumuyorlardı ki olsun! Onlar kişiliğinize takmış ve sizi yakmak istemişlerdi.
Siyaset yobazları hapislere tıkıyordu sizi. Niçin? Bilinmez.
Okumuyorlardı ki kitaplarınızı. Neden korkuyorlardı? Siz ve sizin kuşağınız
ceza evlerine bir girip bir çıkarken, ben henüz doğmamıştım, doğduğumda
girip çıkıyordunuz, ben büyüdükçe gene… Sizler bir içeri bir dışarı mekik
dokurken, bizlere, bizim kuşağa habire ezberletiyorlardı tavukların
sindirim sistemi.. Çaldıran Meydan muhaberesi... A cümlesi… Mefailün failün.
Her gün sabah okula gidiyor akşam dönüyorduk. Okulda Amerikan yardımı
süt tozundan mamul süt içiyorduk. Açlık grevleri devam ediyordu.
Dernekler, sendikalar kapatılıyor, bir başka isimle tekrar açılıyordu. Ben
öğretmenimden korkuyordum, dövdüğü için. Evde dayak yiyordum okulda
dayak yiyordum. Annem dayak yiyordu. Dayak, alışılmış normal bir rutindi.
Her yerde… “Salaklığının cezasını çek!”diye bağırıyordu babam anama dayak
atarken. Gerçekten de kadınlar salaktı. Salak oldukları için mi dayak
yiyorlardı, yoksa dayak yedikleri için mi salaklaşıyorlardı? Gitgide sa-
laklaşıyordum, salaklaştığımın bilincinde olmadan. Siz çocukken din hocasından
dayak yediğiniz için dersten kaçtığınızı yazmıştınız otobiyografinizde. O
otobiyografide yokuş yukarı çıkan at arabalarını seyredişinizi de anlatmış-
tınız. Sürücülerin, zorlanan atların gözlerine nasıl kamçı vurduğunu ve bu
görüntülerin nasıl içinizi acıttığını… At arabaları azaldı ama dayak bitmedi.
Biz de modern ülkenin modern öğretmenlerinden dayak yiyorduk ve kaça-
mıyorduk. Öğretmenin Kemalist, idealist komünist olması fark etmiyordu.
Dayağın ne dinle ne ideolojiyle bir ilgisi yoktu. Bir gün öğretmen, “Ne
yapıyorsun sen” dedi yanı başımda? Elimde, üstünde Japon bir kızın suratı
bulunan vesikalık fotoğraf ebadında bir şey. Sağa sola çevirince kız, göz
kırpıyor.
Uzatıp “Bu ne?” diyecektim ki, öğretmen sordu “Bu ne?”diye. Elimden aldı.
Tokadını suratımda patlattı. “Dersle ilgilen” deyip o şeyi çöpe attı. Oysa
ben öğretmene göstermek için okula getirmiştim. Gösterecektim de nasıl
olduğunu soracaktım. Nasıl oluyordu da aynı fotoğrafta olan bir
kız, iki gözü açıkken oynatıldığında bir gözünü kapatıyordu? Nasıl oluyordu?
Nasıl oluyordu? Soramıyorduk, öğrenemiyorduk. Belki de sorduğumuz
sorulara “Bilmiyorum” diye cevap vermek ağır geliyordu büyüklerimize.
Öğrenemedim göz kırpmadaki teknik inceliği ve teknikteki incelik, bizim
dışımızda gelişip, karşımıza dikildi. Televizyon olarak, bilgisayar ve cep
telefonu olarak. Ve biz soru soramıyorduk. Sormamaya öyle bir alışmıştık ki,
sormak aklımıza gelmiyordu.
"NASIL??”
Nasıl sorusu teknolojinin asıl sorusuydu belki. “Nasıl… nasıl???” Faks mesela,
nasıl oluyor, oluyor da buradan makineye sıkıştırdığım kağıt tee memleketin
öbür ucunda başka bir makinedeki kağıda kopyalanıyor? Büyü gibi bir şey!
Ve bizim havsalamızın almadığı bu büyü gibi şeyler, karşı durulmaz bir hızla
evlerimize ellerimize, bürolarımıza dolarken biz.. bu coğrafyanın insanları..
biz, günlük hayatta hiçbir işimize yaramayacak bilgileri ezberliyorduk. İlk
okulda, havuz problemiyle öğretilen ne idüğü belli olmayan bilgi, lisede
trigonometri olarak karşımıza dikiliyor, ne kadar okul okursak okuyalım,
gereksiz bilgiden kurtulamıyorduk. Kurtulamıyorduk ama her tuttuğumuz,
parça parça olup ellerimizden dökülüyorken, onları tamir edici bilgiden
hep mahrum kalıyorduk. En yakınlarımızla bile geçinemiyor, karnımızı
doyurabileceğimiz parayı kazanamıyor, bir şehirden başka bir şehre,
köyden kente, savruluyor, kendimizi çaresiz hissediyorduk. Dökülüyorduk.
Sevdiklerimizden ayrılıyor, sevmediklerimize mahkum oluyor, bir başkasının
sevdiğine kavuşamamasına seviniyorduk. Öldürüyor, öldürülüyor, acı
çekiyorduk ama bir başkasının acı çekmesini umursamıyorduk, kanıksa-
dığımız için. Acı, gözyaşı, sefil hayat, alışılmış oluyordu git gide,
dayak gibi. “Umut, işkencenin süresini uzatır” diyordu ya Nietzsche.
Umut etmiyor, televizyon seyrederek kendimizi unutuyorduk.
Televizyon sultasını katmerliyordu. Şarkıyla türküyle kafayı bozdukça
bozuyorduk. Hem kadın hem erkek şarkıcılara tapıyorduk. Bir şarkıcı
televizyondan yüzümüze,
“Tanıdığım tüm hayatlar paramparça” diye haykırıyor,
dinleyip dinleyip ağlıyorduk. Teknoloji gelişmeye devam ediyordu.
Bir çoğumuz hala İngilizceyi kavrayamasak da, gençler kafelerde internete
girmeyi kıvırabilmişlerdi. Ama “Neden benim de bir bilgisayarım yok?” diye
bağırıyorlardı babalarına ve bu ülkede yediden yetmişe herkes
bu soruyu soruyordu. “Neden yok?” Birileri bizim yerimize “Nasıl?” diye
soruyor cevabını buluyor, bulduğunu bize okutuyordu nasılsa.
“Alın!”
Neyimizi satıp alıyorduk? Alıyorduk yahu alıyorduk!
Ne pahasına olursa olsun…
Birbirimizden nefret ediyor, makineleri seviyorduk.
“Belki… Belki bir bilgisayarım olursa?.. Belki..bir arabam olursa?!”
Ne olurdu? Mutlu olur muyduk?!
Siz öleli kaç yıl oldu? Hangi gün öldünüz? Hatırlamamıza gerek yok.
Öldüğünüz güne anma bayramları düzenleyip(!), doğum yılınızı ölüm yılınızı
neden ne durumda kaç yaşında öldüğünüzü, köyünüzü bucağınızı ananızı
babanızı ıcığını cıcığını bizim yerimize hatırlayıp anlatacak televizyon
yapımcıları var nasılsa. Neyse! Siz öldükten sonra, açlık grevleri devam
etti. Son dönemin açlık grevi konusu, F tipi cezaevleri.
Mahkumlar ayrı ayrı hücrelere konmak istemiyor, toplu halde hapsedilmek
istiyorlar. Devletse “F tipi” diye diretiyor. Mahkumlar “Hep beraber, hep
beraber” diye direniyor. Daha doğrusu direnemiyor, açlıktan patır patır
ölüyorlar.
Açlık grevinde öleceği kesinleşenlerden bir kısmını ailelerinin yanına gönderdi
devlet. İşte bu eve gönderilenlerden genç bir kız haberlerde konuştu, grevin
yüz mü iki yüz mü bilmem kaçıncı gününde. “Ne istiyorsun?” diye soran
muhabire “Bir bilgisayarım olmasını ve onunla dünyaya açılmak istiyorum”
diye cevap verdi. Şoke oldum. Aynen böyle dedi ve üç gün sonra da öldü.
Ölümlere de alıştık.
Biz geride kalanlar, ne ölüyor ne yaşıyoruz, şarkıcının söylediği gibi
paramparça…
Hala bir cep telefonu alamadım. İhtiyacım yok diye düşünmüştüm önceleri
ama herkes cep telefonuna geçince ihtiyaç olduğu gerçeği tam kafama
dank etmişken, zaten bir lokma olan gelirimi dişçilere yedirdiğimden para
Hakta.
Ne biçim bir cümle oldu. Her neyse… Dişçilerle bir yıldır yaşadıklarım, bana
sizin Gözünüze Lens adlı öykünüzü hatırlattı. Sizin öykülerinizi birebir
yaşadığımız gerçeği yeni keşfettiğim bir şey değil.
Bir öykünüzde siz, kasabada belediye başkanı olan kişinin yaltakçılar
tarafından pohpohlana pohpohlana nasıl şımartılıp arsızlaştırıldığını
anlatıyordunuz.Kasabalı, doğru düzgün başkanı, ne yapıp edip, çığırdan
çıkararak alaşağı ediyor, yeni seçtikleri başkanı aynı duruma getirip,
“Bizim günahımız ne ki, hep kötüler bizi buluyor” diye yakınıyorlardı.
Birkaç yıl önce köyden kente dönüyordum. Yolculuğun orta yerinde bir
kasabanın belediye başkanı otobüse bindi. Yöre insanı olan yolcular, ta-
nıdılar başkanı. Aman bir iltifat bir iltifat. Bunalttılar adeta. Bir ara adamın
bu durumundan bayağı rahatsız olduğunu fark ettim. Henüz yeniydi
kuşkusuz. İnsanlar, yoğun ilgileriyle adama eziyet ettiklerinin farkında
değillerdi. O anda öykünüz aklıma geldi. Sanki senaryolaştırılmıştı da
otobüste oynanıyordu. Ben, şaşkınlık içinde seyrediyordum. İşte o zaman
ne kadar usta bir yazar olduğunuzu fark etmiştim. Bu seferse bir öykünüzü
seyretmedim, doğrudan doğruya yaşadım. İki dişimden boş kalan yere diş
yaptırmak için doktora gittim. Doktor iki diş daha çekti. Yaptığı diş ağrı
yaptı. Baktım dayanamıyorum başka dişçiye gittim. Yeni dişçi “Bu ne biçim
yapılmış” deyip, “cık cık” dedi. işe girişip iki diş çekti ve protez yaptı.
Eh tam alışıyorken protez kırıldı. Dişçi yapıştırdı iki yerden gene kırıldı.
Üç yerden kırılmasın diye başka dişçiye gittim. Yeni dişçi “Vah vah bu ne
biçim protez cık cık” dedi. İşe koyuldu.
Yeni protez laga luga oynuyor. Öyle ki yemek yerken yerinden çıkan protezi
yutmayayım diye elime alıyorum, sağa sola rezil olma durumu… baktım olacak
gibi değil. Başka bir dişçiye gittim. Yeni dişçi, “Dişleri yontalım tel olayı ortadan
kalksın tık diye oturtacağım, ömürlük olacak, yani laf aramızda meslektaşlar
gelişen teknolojiden bihaberler cık cık” dedi, ve işe koyuldu yonttu, kesti biçti,
protezi tık oturttu. Şu teknoloji de başka bir şeydi canım, neyse şükür dedik,
ama ıpıl ıpıl başlayan ağrılar artınca bir başka dişçiye gittim. Gözüne Lens adlı
öykünüzdeki kahramanın göz doktorlarıyla yaşadığını ben dişçilerle yaşıyordum.
Yeni dişçi yontulan iki dişi daha çekti. Ben yeni bir dişçiye gitmiyorum. Geri
kalan dişleri kurtarayım diye. Sonuçta cep telefonu alamadım.
“Aman boş ver insanlar o kadar tatsızlaştı ki kiminle konuşacaksın” diye
düşünerek kendimi avutuyorum. Aslında kimseyle konuşma isteği de duymu-
yorum desem yalan olmaz. Sizler daha renkli insanlarmışsınız. Yıllar önce
okuyup da anlamadığım, ne saçma diye düşünüp daha sonra neyi anlattığını
anlamaya başladığımda kendimden utandığım, adını hatırlamadığım konusunu
unutamadığım kırmızı-siyah öykünüzü dün gene anlattım birilerine.
Dokunsun diye: Adam, motosikletini durdurmuş bir uçurum kenarında.
Yanında bir kadın. Adam kadını ikna etmeye çalışıyor.
“Bin arkaya, sarıl belime.. düşmeyeceğiz.”
Kadın: “Düşeriz:”
Adam:"Hayır düşmeyeceğiz uçacağız.”
Kadın: “Düşüp, paramparça oluruz, akıl var mantık var.”
Adam: “Bana güven. Ben uçacağız diyorsam uçacağız.”
Kadın: “Peki uçacağız diyelim. Nereye? Orada ne yer ne içeriz?”
Adam: “Uçacağız diyorum. Neden anlamak istemiyorsun? Yeni bir yere...
Yeni bir geleceğe..”
Öykü sonuna kadar adamın ikna çabası, kadınınsa her çabaya karşı
geliştirdiği bir karşı tezle ilerliyor. Sonunda adam ikna edemeyeceğini
anlıyor “Gelmiyor musun yani” diyor. Kadın “gelmiyorum” diyor. Kadına
son kez bakıyor adam, motoru çalıştırıyor, gaza basıyor, hızlanıyoooor
ve uçuyor.
Öyküde neyi anlatmak istediğiniz yıllar sonra, kafama dank ettiğinde,
niçin ilk okuduğumda anlamadığımı düşündüm ve fark ettim ki saçma sapan
uydurma bir şey sandığım öykü, doğrudan gerçekti. Anlayamamamın
nedeni, çağımız gerçeklerine uymamasıydı. Öyküdeki erkek modelinden
yoktu çünkü günümüzde. Onlar eski devirlerde yaşamışlardı. Gerçekten
erkektiler ve motosikletlerine atlayıp birer birer uçup gittiler. Öyküyü
okumasaydım eğer, belki erkeklerin ne kadar değiştiklerini de anlamaya-
caktım normalitenin egemenliğini, mutlak sabit sanıp.
Ne acı ki, yaşam, anlamadığımız bir biçimde akarken, önlerine sınav olarak
dikilen ve cesur olmayı gerektiren her olayda geriye çark ede ede, erkeği
erkek yapan özellikleri yitirip değişen, dışı erkek içi kadın erkeklere de
alışmışız norm olanın mutlak olduğunu sanarak ve şimdi devir başka devir.
Şimdi roller değişti. Şimdi, motosiklet üstündekiler kadın ama motoru
uçuracak donanımdan yoksun olduklarından patır patır dökülüyor zavallılar.
Ve erkekler arkalarından bakıp “İşte bir kez daha haklı çıktım” diyor,
evlerine dönerek, yataklarına yatıyor, zaten yedeklerinde tuttukları yeni
kadına sarılıp, mışıl mışıl uçuyorlar, vijdanları askıda!..
Ve kadınlar çok mutsuz sayın bay.
Ve mutsuzluklarının nedenini yanlış adreslerde sorgulayarak birbirlerini yiyip
bitiriyorlar. Belki de kadınların durumu hiçbir devirde bu kadar içler acısı olmadı.
Kadınlar, mülk olmaktan bile çıktı, biliyor musunuz?! Para bile etmiyorlar.
Ne demek istediğimi siz anlarsınız biliyorum. İşte bu yüzden sizinle konu-
şuyorum. Sonuçta ateistmişsiniz, oruç falan tutmazmışsınız tüm bunlar
Allah’la sizin aranızda. Birinin malını mı gasp ettiniz veya aldattınız mı bir
başkasını? Onlar cedelleşsinler ahirette sizinle. Kitaplığımda hiçbir kitabınız
yok. Kitaplarınız elden ele dolaşan güller gibiydi hep. Teşekkür ederim size,
her bir okuduğum öyküyle, bilincimde birim birim açılan idrak ve aydınlanma
için. Güller için teşekkür ederim. GÜLLER için... Sayın bay!
Mersin 2001