Sarıca
O günden sonra toparlanamamıştı Hüseyin. Her akşam bahçelerindeki kuyunun başına gelirdi. Sessizce kenarına oturup çıkrığına yaslanarak, boş bakan gözlerle kuyunun derinliğini seyrederdi. Gecenin ve kuyunun sessizliği yanında ağaç yapraklarının hışırtısı, içinde yaşadığı derin acının yıkıntısını küllemeye çalışırdı. Yürek rüzgârı ise acımasızca bu külleri eşeler, yeniden alevlendirirdi.
Henüz dört yaşındaydı kızı Sarıca. Nazar boncuğu gibi mas mavi gözleri, koşup oynadıkça savrulan bukle bukle uzun sarı saçları, gülücüğü hiç eksilmeyen dudakları, gül pembesi yanakları ve paytak yürüyüşüyle ağaçlarla çevrili olan bahçelerinde koşar oynardı. Hüseyin de onu uzaktan seyreder, kızının savrulan sarı saçlarını gözleriyle severek babalık duygusunun mutluluğunu yaşardı...
Uzun yıllar beklemişti Sarıca’yı. Konu komşunun töhmetli sözleri, akrabalarının “Yeniden evlen, karın kısır.” diye yaptıkları baskılar, anasının Esma’yı evden kovması, ikisini de yıldırmamıştı. Karısının; “Ne deseler bana desinler, Hüseyin.” sözüne Hüseyin ses çıkarmayıp kabul etmişti. Herkesten saklamışlardı gerçeği. Doktordan her dönüşlerinde anasının zalim davranışları Esma’nın canını sıksa da, susuyordu. Kusurun Hüseyin’de olduğunu söylese herkes acıyarak bakardı sevdiceğine. Buna dayanamazdı Esma.
Uzun süren tedavinin ardından müjdeli haberi aldıklarında mutluluktan çılgına dönmüşlerdi. Kurban kesmiş, sadakalar dağıtmıştı Hüseyin. Evladım dünyaya sağ salim gelsin kırk yetim çocuk giydirip, kırk fakir donatacağım diye adaklar etmişti.
Sabaha doğru Esma’nın “Hüseyin uyan, ölüyorum sancıdan!” demesiyle kendilerini hastanede bulmuşlardı. Karısı doğumhanede Kendisi de koridorda doğum sancılarıyla kıvranıyordu. Aradan birkaç saat geçmiş, kucağında beyaz kundağa sarılı bebekle hemşireyi görünce, bütün sancıları bitmiş kendinden geçmişti.
O gün… ah o kara gün… O olmayası gün… Kardeşleri gelmişti İstanbul’dan. Kalabalıklardı. Aile sıcaklığının coşkusuyla sohbet koyulaşmış, anılar ortaya bohça gibi saçılmış, şen kahkahalar tek katlı evi doldurmuştu.
Çocukların ise keyfine diyecek yoktu. Kocaman bahçede ağaçların arasında koşuşturuyor, dallara tırmanıp meyveler topluyor, yeşilliklerin içinde yeni açmış gonca güller gibi varlıklarını gösteriyorlardı.
İçlerinde en büyükleri olan dokuz yaşındaki Emir’in zekâ gelişiminde gerilik vardı.
Diğer çocuklarla beraber koşup oynayan Emir de kuyunun kenarına gelmişti. İhmal neticesinde ağzı açık unutulan kuyuya ağaç yaprakları, yerden topladıkları taşları atıp gülüşüyorlardı. Çocuk dünyasının verdiği mutluluğu yaşarlarken Emir, oyun olduğunu zannettiği bir hareketle itmişti Sarıca’yı kuyuya.
Sarıcanın kuyuya düştüğünü gören çocuklar bağıra çağıra koşarak haber vermeye gittiler. Emir ne olduğunu anlamadan diğer çocuklar gibi eve doğru koşuyor olanları oyun sanıyordu.
Büyükler koşarak kuyunun başına gelip içine baktıklarında sudan başka bir şey göremediler. Hüseyin ile Esma çaresizce çırpınıyor kendilerini sağa sola savuruyor feryatları gökyüzünü kaplıyordu. Bütün aile şaşırıp kalmıştı. Hiç bir şeyin fakında olmayan Emir’in, annesini ve babasını suçluyordu bütün bakışlar. Onlarında suçluluk duygusu içinde yürekleri yanıyordu.
Polise ve itfaiyeye haber verilmişti. Yardıma gelen konu komşu ile birlikte, Sarıca’nın cansız bedeni kuyunun dibinden ancak şafakta çıkarılabilmişti. İtfaiye erinin kolları arasında yatan kızının sular süzülen cansız bedenini gören Esma ve Hüseyin’in figanı şafağın karanlığını yırtıp göklere ulaşmıştı.