Sansür mü Otokontrol mü?
Bu yazıyı aslında 24 Temmuz'da yazmayı düşünü-yordum, ama seçim sonuçlarının daha yeni yeni netleşmeye başladığı günlerde bir türlü kısmet olmadı.
Demek ki, kısmet bu gün içinmiş...
Efendim, bilindiği gibi 24 Temmuz, aynı zamanda gazeteciler için de, "Basında, sansürün kaldırılışının yıldönümü" olarak kutlanır.
1908'de ikinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, aynı zamanda basında da bir özgürlük hareketi başlayıp, o güne kadar son derece sıkı bir istibdat idaresinin altında inim inim inleyen o günün meslektaş üstadlarımız biraz olsun rahat soluk alma imkanına kavuşmuştu.
Bu yıl 99'uncusunu kutladığımız basın özgürlüğünün, bu uzun süreç içerisinde sık sık kesintiye uğradığını da söylemeye gerek yok tabii ki.
Herşeyden önce yapılan her askeri darbelerde, ilk önce basının sesi kesilir ki, yaşanılan bir takım gerçekler de halktan o günler için gizlenebilsin.
Zaten, bizdeki askeri darbelerin ilk hareket noktası da, bilindiği gibi radyoların işgal edilmesiyle başlar. Radyoyu susturduğunuz ve kendi isteğiniz doğrultusunda harekete geçirdiğiniz zaman, yapacağınız askeri darbenin yüzde 50'sini de başarmış sayılırsınız.
1980 askeri darbesinde ise durum biraz daha farklı oldu malum. Radyonun dışında, bir de o zaman tek kanal olan TRT Televizyonu da ele geçirilerek, biraz daha geniş iletişim ağının engellenmesi öngörülmüştü.
Asıl merak ettiğim, hani zaman zaman böyle yüksek sesle "askeri darbelerin" konuşulduğu şu son 2-3 yıllık süreçte, ülkede yüzlerce televizyon kanalı, binlerce de radyo istasyonu, yaygın ve de yerel basın kuruluşları var. Acaba bunların ele geçirilerek, devre dışı bırakılması, 60'ta ya da 80'de olduğu kadar kolay olacak mı?
Bu ihtilallerin basının özgürlüğünü engellediğini burada uzun uzun anlatmaya da gerek yok sanırım. Basın ve yayının sesi ne kadar çok kısılırsa, o oranda da ihtilalin gerçekleşmesi ve genişlemesi, kısacası başarılı olması kolaylaşıyor işte.
Ancak, benim bugün burada değinmek istediğim, çok farklı bir konu.
Özellikle yerel basında kimi köşe yazarları, yazı yazdıkları gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin ya da yazıişleri müdürlerinin en ağır sansür uygulayıcısı iddiasında oluyorlar, kimi zaman!..
Aynı zamanda, bu gazetenin her iki yönetim kademesinin de üzerimde olması nedeniyle, bu tür suçlamalara sıkça muhatap oluyordum.
Dikkat ederseniz, "oluyordum" diyorum. Bu da, artık olmadığımın bir işaretidir, gördüğünüz gibi.
Yani, eskisi gibi değil.
Şimdi, bizim birey olarak demokrasi anlayışımız, istediğimiz herşeyi, ama aklımıza gelen herşeyi, söylemek veya yazmak olarak algılanmasına karşılık, karşımızdakinin ise böyle bir hakkının bulunduğunu aklımıza dahi getirmemek olarak düşünülür. Zaten bugüne kadar neden ağır-aksak bir demokrasi ile yönetildiğimizin bir parça da olsa, nedeni kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu?
Yine, özgürlüğün karşılığını da, birey olarak "ben özgürüm ve istediğim herşeyi yaparım" mantığı ile eşdeğer tutması, özgürlük kavramını dahi bilmediğimizin kanıtıdır diye düşünüyorum.
Demek ki, hem demokrasiyi, hem de özgürlüğü bilmeyen toplumun birer bireyi olarak, bir de kıyısından köşesinden gazetecilik yapmaya çalışınca, ortaya son derece ucube düşünceler ve bu düşüncelerin de kağıda dökülmüş haliyle okuyucuya olmadık zararlı fikirler yüklemeye kalkıyoruz.
Dediğim gibi, kimi köşe yazarları, her aklına geleni yazıp da, "ülkede basın özgürlüğü var kardeşim, ben istediğimi yazarım" ucuz efelenmesi ile hatıratlarını kaleme alarak, okurlarını ulvi düşünceleriyle(!) aydınlatma görevini kendilerinde görmesi, doğaldır ki gazetenin yönetim kademesiyle de ters düşmelerini beraberinde getiriyordu.
Ülkede, her ne kadar basın özgürlüğü olduğu iddia ediliyorsa da, yine her sektör gibi çalışması ve hareket alanları Basın Kanunu ve Türk Ceza Kanunu ile sınırlandırılan gazetecilik mesleği, aklınıza her gelenin yazılacağı bir platform değildir.
Karşımızdaki insanın özgürlük ve demokratik haklarının başladığı noktada bizimkinin bittiğini ne zaman anlayabilirsek, ortaya çok daha somut ve yapıcı eleştirilerin çıkacağından habersiz olarak kalem sallayan bazı köşe yazarlarının, bu tür uyduruk safsatalarıyla da karşılaşacağız, sonuç olarak.
Basın Kanunu'nun ve Türk Ceza Kanunu'nun yürürlüğe girmeden önce, yani 3-4 yıl önce, özellikle gazete sütunlarında yer alan her haber ve yorumdan, sanki kendisi yazmış gibi o gazetenin sorumlu yazıişleri müdürleri sorumluydu.
Bir de, bu görevi yerel bir gazetede yapıp da, ağır cezai müeyyidelerle karşı karşıya kaldığınızda, alacağınız bir takım cezalar karşısında servetinizin ve sülalenizin servetinin bile yetmeyeceği parasal cezaların yanı sıra bir de hapis cezalarıyla karşı karşıya kalmanız, hep ihtimal dahilindeydi.
O yıllarda, gazetelerin sorumlu yazıişleri müdürlerinin sırtından ucuz efelik yapan kimi köşe yazarları, akıllarına gelen her türlü ucube fikirleri, "nasıl olsa bana kimse dokunmaz" mantığı içerisinde önündeki kağıda döktürüp, gazetede yayınlanmasını isterken, kamuoyuna da kendini "Ben korkusuz bir kalemşörüm ve hiç kimseden korkmadan düşüncelerimi kaleme alırım" diyerek de, Don Kişot'luk yapmayı ihmal etmiyordu.
Çünkü, onun yazdığı o fikirlerden dolayı, nasıl olsa ceremesini çekecek bir başkası vardı. O kendi dar zihniyetinde, nasıl daha "en bi kahraman" olurumun hayali ile kalem sallıyordu.
Doğal olarak da, sorumlu yazıişleri müdürleri de, kendi sırtından bir başkasının böylesine ucuz kahramanlık yapma düşüncesine karşı çıktığı için de, yazılarını gazeteye koymadan önce okumayı tercih ediyorlardı. Sakıncalı bulduklarını, başını derde sokacak kısımları ya değiştirtiyorlardı, ya da tamamen siliyorlardı. Kimi yazıları ise hiç koymamayı tercih edi-yordu.
Kendi adıma söylemek gerekirse, bu uygulamayı yapıyordum. Dediğim gibi, bir başkasının benim sırtımdan efelik yapmasını engelliyordum. Üstüne üstlük de, onların yazdıklarından o günün şartlarında milyarlarca lira tazminat ödemeye ve bilmem kaç ay da hapis yatmaya hiç de niyetim yoktu.
Hatta, o günlerde beni korkaklıkla suçlayanlara da, “Madem sen bu kadar yiğitsin, gel gazetenin sorumlu yazıişleri müdürlüğünü sana devrede-yim, o zaman istediğin gibi yaz!..” teklifimi de, her nedense bu tatlısu kurnazları, bir bahane ile reddediyorlardı.
İşte, bu uygulamalar nedeniyle, kimi köşe yazdığını sananlar, beni ağır sözlerle eleştirdiler. "Sansürcünün başı, genel yayın yönetmenleridir..." diye.
Oysa ki, bir gazetenin genel yayın yönetmeninin herhangi bir cezai sorumluluğunun olmadığını dahi bilmeden yaptılar bunu. Ben, o engellemeleri tamamen sorumlu yazıişleri müdürü sıfatıyla yapıyordum. Bunu bile anlayamadılar.
Ama devir değişti, yeni Basın Kanunu ve Türk Ceza Kanunu, yürürlüğe girdi. Her iki kanunda da, artık sorumlu yazıişleri müdürleri değil, haberi de yorumu da yazan kişilerin sorumluluğu ön plana çıktı. Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte, bütün köşe yazarlarına özellikle şunu söyledim; "Bakın, bundan sonra ne isterseniz yazabilirsiniz.
Artık yeni kanunlar, her koyunun kendi bacağından asılacağını söylüyor. Yani kısaca, yazacağınız her yazıdan dolayı sorumlu sıfatıyla sizler hesap vereceksiniz. Bu nedenle de, eskiden beni suçluyordunuz, artık bu durum da ortadan kalktığına göre, istediğiniz gibi düşüncelerinizi yaza-bilirsiniz..."
Ve... Çok ilginçtir, o efe geçinen, "ben her istediğimi yazarım" düşüncesinde olanlar, “yazılarımızı genel yayın yönetmenleri engelliyor” diye feryat eden efe-ler, birden bire her nedense "dut yemiş bülbül"e döndüler. Hatta, kimileri yazdıkları yazıları, gazetede çıkmadan önce özellikle bana getirerek, "Aman şunu bir oku bakalım... Herhangi bir yerinde bir sakınca var mı?" diye kontrol dahi ettirmeye başladılar...
Kısacası, çok kolay olan genel yayın yönetmenlerini suçlayıp da, "Sansürün en büyük başı onlardır" diyenler, bu kez en büyük sansürü kendi yazılarına, kendileri uygulamaya başladılar.
Eee, böyledir zaten. Bizim belki de genlerimize de işlemiş. Hep bir başkasının üzerinden efelik taslarız. Kendimize yönelik bir sakınca gördüğümüz an, yeri gelir yazı yazmayı dahi keseriz. Kimilerinin yaptığı gibi... Ya da geçmişte yaşadıklarımızı, sakıncasız(!) bir üslup içerisinde kaleme alırız.
Demek ki, "Bir musibet, bin nasihate bedeldir" sözü, bir kez daha geçerliliğini korurken, ortaya çıkan yaptırımlar, kişinin kendisini sansürcübaşı yapıyormuş.
Bu yazı, belki basında özgürlüğün kaldırılışının 99. yıldönümü ile ilgili olarak pek ilintili olmadı ama ne zamandır dile getirmek istediğim bir konuyu sizlerle paylaşmama neden olduğu için de iyi oldu.
Ola ki, birisi bir gün karşınıza çıkıp da, "Ben şunları şunları yazmak, dile getirmek istiyorum ama genel yayın yönetmeni engel oluyor" gibi hamasi nutuklar atıyorsa, bilin ki yalan konuşuyor.
Hiç tereddüt etmeden, "Yaz kardeşim... Yaz da, biz de senin boyunun ölçüsünü görelim..." deyin.