content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

14 Mar

Şairlerin Manevi Babası: Ahmet Tufan Şentürk

Ey güzel ölüm!... Aç kollarını,indir kapındaki sürmeleri… Paslı yürekler zımparalanmaya geliyor. Ruh gurbetten sılaya dönüyor…Özlemler, acılar ve ayrılıklar geride kalıyor. Canla cananın vuslatı var bugün… Bir gönül eri sana koşuyor… Korku ve tasa barınamaz nurlu yüreklerde... Sen olmasan ner'den anlardık yaşadığımızı?

Ölüm kaçınılmaz başlangıç….Son demiyorum,çünkü inancımızda insan ölümsüzdür.Ölüm ise fanilikten bâkiliğe bir köprüdür.Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim bu gerçeği defalarca dile getirmektedir:

"Her can ölümü tadıcıdır" (Âl-i İmrân, 3/185); "Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur" (el-İsrâ, 17/99); Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır?" (el-Enbiyâ, 21/34); "Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir" (er-Rahmân, 55/26).”

Durum bu iken ahlanıp vahlanmanın ne faydası olabilir? Günümüz insanı ölümü unutmak için çırpınıp dursa da ölüm onu unutmak isteyenleri unutmuyor işte…Eskiden mezarlıklar şehrin yanı başında olurdu;insanlar görüp de ibret alsın diye….Günümüzde mezarlar şehrin en ücra köşelerine kuruluyor.Her caminin yanı kabristan olurdu…Yok artık böyle bir şey…Bugünkü medeniyette ölüme ve onu hatırlatacak hiçbir şeye yer yok.

Günümüz şairlerinden Ahmet Tufan Şentürk’ün vefatı beni ölüm üzerine, az da olsa tefekküre yöneltti. O unutmak istediğimiz hakikati bir anlık da olsa hatırlattı. Bu kutlu sancıyla âlemin suretini temaşa ettim. Dünyaya “elveda”,ukbaya “merhaba” diyen Şentürk’ü mercek altına almaya karar verdim.

1924 yılında Ermenek ilçesinin Lamos(Esentepe) köyünde doğan Şentürk, Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdikten sonra bir süre Ankara Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Ankara ili özel İdaresinde memuriyete başladı.1975’te Emlâk ve İstimlâk Müdürü iken emekli oldu.

Birçok dergilerde şiirler yayımlayan Ahmet Tufan Şentürk’ün şiir kitaplarından bazıları şunlardır: Sarhoş Dünya(1958),Mustafa Kemal(1965),Allah Versin(1969)Çakır Dikeni(1971),Hepsinden Güzel(1986),Sevgiyle (1988)…vb.

Şair Ahmet Tufan Şentürk bir şiirinde doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği köyü bakın nasıl tasvir etmektedir:

“Bir dağ köyünde doğmuşum
Öyle bir dağ köyü ki şehirden uzak
Sen bilmezsin, ben anlatamam
Yüksektir dağları, başı dumanlı
O dağların çocuğuyum
Benim de başım dumanlı
Dumanlı Türkan...”

O, Toroslar’ın havasını solumuş, dağlardan süzülüp gelen buz gibi berrak sularını içmiştir. Karakterinin şekillenmesinde yaşadığı bölgenin ikliminin tesiri de inkâr edilemez. Anadolu’nun köylerinde yaşayan insanlarda hile hurda yoktur. İnandıkları gibi konuşurlar. Adamına göre muamele ve çıkarı için ezilip büzülme yazmaz kitaplarında… Eğilip bükülmezler… Mevlana’nın felsefesince ya oldukları gibi görünürler, ya da göründükleri gibi olurlar. Hepsi birer şahsiyet abidesidir.

Şentürk’ün şiirlerinde pastoral unsurlar ağırlıktadır. Çünkü o tabiatla iç içe yaşamıştır. Ormanlar, çayırlar, koyunlar, ağaçlar, çiçekler, böcekler, dereler, dağlar, taşlar, kuşlar bu tabiatın ayrılmaz unsurlarıdır. Anadolu insanını bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Bunlar insanımızın ruhunun gıdasıdır. Tabiat güzelliklerinden koparılan insanın, sudan çıkmış balıktan farkı yoktur. Onun için Ahmet Tufan Bey’in şiirlerinin çoğunda tabiat tasvirlerine, köy hayatının yansımalarına sık sık rastlarız. İşte bunlardan biri:

“Ben Toroslardan gelmiş bir halk çocuğu,
Hileli, hesaplı, düzenli değil.
Dağlardan, derelerden,
Selam getirdim, güç getirdim.
Yaşama gücü getirdim, direnme gücü,
Nergisler, laleler, kır çiçekleri,
Dağ yemişi, çam sakızı,
Çıkınımda şepit, tuz, biber, soğan.
Hor bakmayın, yüksünmeyin,
Alın kabul edin, işte yüreğim,
Seven gönlümü getirdim size armağan.”

Şiirleriyle sevenlerinin gönlüne taht kuran şair Ahmet Tufan Şentürk’ü 09 Mayıs 2005 Pazartesi günü kaybettik. Ertesi gün toprağa verildi. Ünlü şairin cenaze namazına yakınlarının yanı sıra, şair, yazar ve gazeteci dostlarıyla birlikte çok sayıda vatandaş katıldı. Hayata 81 yaşında veda eden Şentürk’ün naaşı, Hacı Bayram Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından, toprağa verilmek üzere memleketi olan Karaman’ın Ermenek İlçesi Esentepe Köyü’ne gönderilerek toprağa verildi.

Günümüz insanının yozlaşması ve maddiyata teslim oluşu şâir Ahmet Tufan Şentürk’ü üzmüştür. Bu öyle bir noktaya varmıştır ki insanların samimiyetinden şüphe etmiştir. Kendisini öven ve yücelten insanların yüzüne tükürmeyi bile düşünmüştür:

“Satarlar kişiyi bir köle gibi,
Gerçek olan budur gerisi yalan,
İçlerinden neler geçer bilirim,
Ama tüküremem suratlarına,
Günde beş defa ölürüm...”

Şentürk’ün şiirlerindeki Türkçe, Anadolu insanının konuştuğu ve yaşattığı arı duru Türkçe’dir. Şiirlerinde Arapça, Farsça ve İngilizce gibi ecnebi dillerden kelime kullanmamaya azami derecede özen göstermiştir. Dörtlüklerinden mana çıkarmak için sözlüğe ihtiyaç duymazsınız. Dizelerinin içeriği basit gibi görünse de hakikatte derin anlamlar içerir. Sade söyleyiş onun üslûbunun bariz özelliklerinden birisidir. Fakat zaman zaman yöresel söyleyişlere(ağız özelliklerine) yer verir. Bu da şiirine bambaşka bir güzellik ve renklilik katar. “Döğme, geyecek, ahlat, gilik, deşirmek, talşal…” bunlardan bazılarıdır. “Bana Sor” adlı şiirinde bu tarz yöresel kelimelere çokça rastlamaktayız.:

“Gurbet nedir, hasret nedir, aşk nedir?
Çekmeyen ne bilsin, onu bana sor...
Döğme nedir, yemlik nedir, aş nedir?
Yemeyen ne bilsin, onu bana sor...”

Üstad Ahmet Tufan’ın şiirlerinde mecazlı söyleyişlere sık sık rastlanır.”Gökyüzüne bıçak atmak, yıldızları toplamak, dünyanın kirli gömleğini soymak, kara bulutları silip süpürmek, yağmur bulutlarına selam durmak…” vb. bunlardan bazılarıdır.

Dünyanın tam bir ateş coğrafyasına dönüşmesi, bütün gönül erleri gibi, onu da yürekten yaralamıştır. Filistin’de, Irak’ta, Çeçenistan’da, Bosna-Hersek’te, Osetya’da, Keşmir’de, Cezayir’de, Lübnan’da; dili, dini ve rengi ne olursa olsun çocukların ve cümle insanların bir hiç uğruna öldürülmesi yürekleri dağlamaktadır. Bu katliamları işleyenlerin bizim gibi insan olması hadisenin trajik boyutunu daha da elemli hâle getirerek bizleri adeta insanlığımızdan utandırmaktadır. İnsanlığın dili olan Şair, bu haksızlıklar karşısında olanca gücüyle haykırmaktadır:

“Size sesleniyorum cümle insanlar!
Ne olursa olsun dininiz, milliyetiniz,
Bırakın kavgayı, kini, garezi,
Atın silahları ellerinizden
Nedir bu çabanız... Öldürmek için?
Ne istiyorsunuz birbirinizden?
Suda balıklar tedirgin,
Gökte yıldızların rahatı kaçtı,
Bir gün yıkılacak ihtiyar dünya, elinizden...”

Günümüzde dostlukların çoğu menfaat üzerine kuruludur. Karşılıksız sevme ve dayanışmadan bahsetmek demode oldu. Çıkarlar aradan çıkınca maskeler düşmekte ve ruhlar tüm çıplaklığıyla gerçek yüzlerini teşhir etmektedir. Maddenin manaya egemen olduğu bu çarpık çağda bundan başkasını ummak ve beklemek saflık olur doğrusu… Manevî değerler bir zincirin halkaları gibidir; bu halkalardan biri koparsa zincir sağlamlığını ve gücünü kaybeder. Şair Ahmet Tufan, bunun farkındadır. Onun için günümüzdeki dostlukların samimiyetinden emin olamadığını belirterek dostlukları sorgulamaktadır. Çünkü insanlar, tabir caizse, en büyük kazıkları dost diye tavsif ettiği yakın çevresinden yemektedir. Şair bunu şöyle şiirleştiriyor:

“Ağamsın kardaşımsın der
Gülerek kalbime girer
Sinsice için için yer
Beni dostlarım öldürür”

Ahmet Tufan Şentürk, çocukları çok severdi. Fakat ne yazık ki o ömründe kendisine “baba” diyecek bu sese hasret yaşamıştır. Bunun ezikliğini ve boşluğunu hep hissetmiştir gönlünde… Kendisine “baba” diyen o munis sesi duyamadan göçtü bu fani dünyadan… Sokaklarda, komşularda duydu “baba” diyen sesin o gönlü mest eden nağmesini… Analar, babalar çocuklarını sevip, öpüp, koklarken o içten içe eriyordu. “Keşke…” ile başlayan “Fakat…” ile devam eden sözler boğazında düğümleniyordu. Öyle de olsa bütün çocukları kendisininmiş gibi bilip öylece seviyordu. Fakat bu ne kadar da olsa, kan bağıyla kendisine bağlı olan bir evlâdın boşluğunu dolduramazdı. Onun çocuk hasretini ve sevgisini ifade ettiği şu dizeleri ne kadar içten ve duygu yüklüdür:

“Hiçbir çocuk içtenlikle, sevecen,
Atılmadı, sarılmadı boynuma.
Benim hiç çocuğum olmadı ki? ..
Sevgilerin en kutsalı çocuk sevgisi,
Seslerin en güzeli 'Baba! ' diyen ses,
Ben hep bu türkülü sesi dinlerim.
Ben hep 'Baba! ' diyen sesi duyarım.
Bir çocuk bana doğru koşsa uzaktan,
Onu, birden sımsıcak ruhumla kucaklarım.
Gece yarısı bir çocuk ağlasa uzaklarda,
Anasından, babasından önce ben duyarım...”

O,Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük devlet adamı, idealist insan olan Atatürk’e gönülden bağlıdır. Fakat asla istismarcı değildir. Atatürk’ün yepyeni ve dipdiri bir cumhuriyetin mimarı olduğuna inanmaktadır… Kendisi uzun yıllarını Ankara’da geçirmiştir. Son nefesini de bu şehirde teslim etmiştir.

Şentürk, Ankara’yla Atatürk’ü özdeşleştirmektedir. Gerçekten de Ankara şehri, Atatürk tarafından başkent ilan edilmeden evvel küçük bir Anadolu şehriydi. Başkent olmasıyla birlikte kısa zamanda gelişip serpilerek İstanbul’un ardından Türkiye’nin en büyük ikinci şehri olma payesini elde etmiştir. Onun içindir ki Atatürk Ankara’dır; Ankara da Atatürk’tür:

“Dün bu şehirde yenmiş millet kara bahtı
Bu şehir, genç Cumhuriyetin payitahtı
Bu şehir her manasıyla büyüktür
Kısaca bu şehir ATATÜRK' tür...”

O, barış ve sevginin egemen olduğu bir dünyanın özlemiyle hayallerini süslemiştir. Yunus gibi sevgi dolu, Mevlâna gibi hoşgörülü olmalıyız. O,ömrü boyunca sevginin ve hoşgörünün hâkim olması için mücadele vermiştir. Birlik ve beraberlikle her türlü zorluğun üstesinden gelinebileceğine inanmış ve çevresini de buna inandırmıştır. Yunus ve Mevlâna gibi sevgi ve hoşgörü simgelerimizin manevî atmosferinde ruhunu arındırmıştır. Sözü yine şaire bırakalım:

“Bir gün olursa eğer, olmaz dediklerimiz,
Bizden uzaklaşırsa bir bir sevdiklerimiz,
Cayır cayır yakarsa bizi, giydiklerimiz,
Yananın, yakılanın günahı benim değil...

Savaşlar sona ermiş, büyük barış olmuşça,
Hep el-ele verelim, bir olalım usulca,
Sevelim, sevilelim; Mevlânaca, Yunusça,
Sevip sevilmeyenin günahı benim değil...”

O bütün canlıları sevmiş ve cana kıymet vermiştir. Çünkü bütün mahlûkat Allah’ın eseridir. Yunus Emre’nin dediği gibi “Yaratılanı hoş gör Yaratandan ötürü”…O da cümle mahlûkata Allah’ın kudret tecellileri olarak bakmış ve değer vermiştir. Bu dünya görüşü çerçevesinde varlığın manasını ve kudret-i ilâhînin esrarını çözmüştür.

Evinde yetiştirdiği hayvanlarla gönül bağı kurarak sevginin tılsımından azamî derecede istifade etmiştir. Belki çocuk sevgisi ihtiyacının boşluğunu bunlarla doldurmuştur. Onun hayvanlarla hasbıhali, yalnızlığın ne denli zor olduğunu, insanın dertlerini açıp paylaşmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. O da bu eksikliğini bu şekilde gidermiştir. Hatta onları bir insan gibi muhatap kabul ederek, onlarla dertleşmiştir:

“Sevgili serçelerim, güvercinlerim,
Yarın hastahaneye yatacağım biliyorsunuz.
Gelip suyunuzu dolduramam,
Yemininizi, bulgurunuzu veremem,
Sizi nasıl sevdiğimi bilirsiniz?
Uçup gitmeyin yaban ellere,
Sakın unutmayın beni ne olur?”

Dünyanın parçalanmışlığı, değerlerin paraya endekslenmesi, ırk, renk ayrımı, zengin fakir arasındaki aşılmaz uçurumlar, vicdanı olan her insanı üzdüğü gibi, Onu da derinden üzerek sarsmıştır. İnsanlıktan, sevgi ve barıştan yana olmanın gerekliliğini vurgulamıştır. Acı ve gözyaşlarının tez zamanda bitmesini temenni etmektedir. Dünyayı yönlendiren Rusya’ya, Çin’e ve Amerika’ya göndermelerde bulunarak onları barışa ve dostluğa davet etmektedir:

“Neden parça parça dünya
Burası doğu, orası batı?
Neden ayrı dilde, dinde insanlar?
Neden beyaz, kızıl, sarı, kara
Bu şehirler, bu sokaklar, bu insanlar

Bir şarkı söyleyelim hep bir ağızdan
İnsanlıktan, sevgiden, barıştan yana
Yeter bu acı, gözyaşları bitsin!
Bitsin bu sonu gelmeyen kavgalar
Bitsin bu korkular, bu tasalar bitsin!
Bir şarkı söyleyelim hep bir ağızdan
Çınlasın yeryüzü, denizler, gökler
Kremlin duysun, Pekin duysun, Pentagon duysun!”

İnsanların vurdumduymazlığı ve bencilliği duyarlı insanları hep rahatsız etmiştir. Çünkü farklı farklı devletlerden ve milletlerden olsak da ortak paydamız insanlık değil mi? Adam kayırma, güçlüden yana olma, iltimas gibi yolsuzluklar, bir toplumun değerlerinden uzaklaşarak çürümekte olduğunun bariz göstergeleridir. Çürük vicdanların, köşeleri tuttuğu bir ülkede hak ve hukuktan bahsetmek saflık olur. Şâir Ahmet Tufan Bey, her zaman haktan ve halktan yana olmuştur. Çünkü o içinden çıktığı toplumun değerlerini elinin tersiyle iten sonradan görme delisi değildir. Nereden geldiğinin ve nereye gittiğinin idraki içindedir. Fakat toplumdaki çürümüşlük onu fevkalade rahatsız etmekte ve şiirlerine konu olmaktadır. Her seferinde de mazlumdan yana tavır koymaktadır:

“Ya paran olacak, ya güçlü dayın,
Bende ikisi de yok...
Ya çoban olacaksın, ya sürü,
Ya koruyan olacaksın, ya korunan,
Miden sağlam olacak, vicdanın çürük,
Gözün pek olacak, yumruğun kavi,
Bende hiçbirisi yok...
Ya babandan kalacak,
Ya vurguncu olacaksın,
Oysa babamdan bana,
Bir namus, bir vicdan kaldı,
Yetmiyor ki...
Düşündüğümüzü söylemeliyiz,
Yaraşmaz mertliğe susmak,
Yiğitçe çarpmalı yürek,
Baş dimdik olmalı,
Alın dediğin ak...”

Şairlerin hemen hepsi şiirlerinde ölüme bir şekilde değinmiştir. Çünkü ölüm, şiirde evrensel bir temadır. Geçmişten bugüne dek ölüm var olmuştur, bundan sonra da var olacaktır. Ölüm var oldukça bu tema şairlerin vazgeçilmez konusu olmaya devam edecektir. Merhum Şentürk de şiirlerinde ölüm hakikatine yer vermiştir. Fakat o hiçbir zaman ölümü bir yok oluş, bitiş ve tükeniş olarak görmemiş; yeni bir hayatın başlangıcı olarak kabul etmiştir. Çünkü O,mümin bir kuldu. İnancı kâmil bir insanın ölümü her şeyin bitişi olarak görmesi mümkün değildir. Yunus’un “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” beytindeki tasavvufî düşünce onun da ruhuna ve korlaşan yüreğine su serpmiştir. Çünkü Allah, ruha ebedî yaşama hissi vermiştir. Rabbimiz hiçbir şeyi boş yaratmaz. Böyle bir his vermişse elbette onu karşılayacak bir hayat da vermiştir. Öteki dünyanın varlığının bundan daha güçlü bir delili olabilir mi? Ölüm dünyadaki hayatın sonudur ancak… Akıllı insan gidenlerden ibret alarak hayatına yön verir. Şair bu hususa da değinmektedir:

“Ne usta belli, ne çırak,
İşte burası son durak,
İbret için çevrene bak,
Güzelleri, çirkinleri.
Söyleyemezler ki bileyim,
Nicedir orda hâlleri? ..”

Onun şiirleri sade ve anlaşılır olmasına rağmen derinliğinden bir şey kaybetmemiştir. Yani sadelik şiiri sıradanlaştırmıyor aslında… Önemli olan şairin üslûbudur. Bazı şairler son derece kapalı ve zor imajlar kullanmasına rağmen beklenen derinliği ve şiirselliği sağlayamamaktadırlar. Bile bile şiiri zorlaştırmak, anlaşılmaz kılmak şaire ve şiire fazla bir şey kazandırmaz. Derinlik, gerçekte ruhumuzda yoğunlaşan duyguların kelimelerle izdivacıdır. Bunun ustalıkla yapılması şiirsel bütünleşmeyi daha tesirli ve uzun ömürlü kılar. Şentürk’te bunu görmekteyiz. Bunun en güzel delili olarak aşağıdaki dizelerde sevgilinin beninde yok olmanın kelimelerle ölümsüzleşmesini görüyoruz:

“Düşünme gücümü yitirdiğim an,
Sen düşüncem oluyorsun.
Sana koşuyorum senden kaçarken,
Anla, ne olursun? ..”

Şairlerin gönül gözleri açıktır. Onlar eşyaya ve tabiata tefekkürle bakarlar. Sıradan insanların göremediklerini görürler. Aslında aynı varlıkları görüyoruz. Fakat şairler o görünen âlemi ruh süzgeçlerinden geçirerek daha berrak ve manalı bir kisveye büründürerek diğer sıradan insanlara sunuyorlar. Şairleri farklı ve üstün kılan hususiyet de bu olsa gerek. Onların kulakları sağır, gözleri kör olsa da gönül gözleriyle görebiliyorlar. Bunu şair Ahmet Tufan Şentürk bakın nasıl dillendiriyor:

“Sevgiye dostluğa açık yüreğim,
Dönmeden sözümde durabilirim.
Kulaklarım sağır, gözüm kör olsa,
Gönül gözüyle görebilirim.

Bana tesir etmez top, tüfek, atom,
Bir bakış, bir gülüş, bir söz yetişir.
İsterim insanlar acı çekmesin,
İnanın kahrımdan ölebilirim...”

Günümüzde özellikle büyük şehirlerde maddî ve manevî kirlilik hüküm sürmektedir. Büyükler küçükleri sevmemekte, küçükler de büyükleri hakkıyla saymamaktadır. Bir, başına buyrukluk hâli yaşanmaktadır. Eğlence tek gaye olarak görülmektedir. Tüketim ve har vurup harman savurma bir çığır olarak her geçen gün şehirlerin üstüne kâbus gibi çökmektedir. Şehirlerin suyu su, havası hava değil… Hayatın doğallığı kaybolmuş… Dostluklara ve davranışlara varıncaya kadar her şey yapmacık ve suni… Bu durum şairi rahatsız etmekte ve kendince kurtuluş reçeteleri aramaktadır:

“Evlerden, sokaklardan, caddelerden
Süpürdüm pislikleri, kötülükleri
Temiz olsun diye içilen su, solunan hava
Kekik kokulu, nergis kokulu, çam kokulu
Dağ rüzgârları üfledim var gücümle
Büyük kentlerin üstüne...”

Onun şiirlerinde sevgiliye duyulan aşk ve iştiyakın akislerini görmek mümkündür. O da diğer insanlar gibi gün gelmiş sevmiş, gün gelmiş gücenmiş, gün gelmiş nefret ettiği de olmuştur. Bazen öyle sevmiş ki muhatabının çirkinliklerini bile göremeyecek şekilde gözleri perdelenmiştir. Sevdiğine kusur bulanların gerçekte basiretlerinin bağlı olduğuna kanaat getirmiştir. Bunu “Körler pazarında ayna gibisin” teşbihini kullanarak ifade etmiştir. Hatta “Altının kıymetin sarraflar bilir” diyerek kendi görüşünden ve yârinin güzelliğinden emin olduğunu dile getirmiştir. Sevenin, küçük hataları göremeyeceğine delildir bu aynı zamanda… Sözü şairimize verelim:

“Söz söyleyen varsa güzelliğine
Benim gözlerimle görsünler seni
Körler pazarında ayna gibisin
Altının kıymetin sarraflar bilir
Benim gözlerimde görsünler seni.”

Ahmet Tufan Hoca, bir halk adamıdır. Bolluk ve bereket içerisinde büyümemiştir.Hayatın bütün zorluklarını bizzat tecrübe etmiştir.Karın tokluğuna yaşamıştır.Zaten öyle zenginlik,şan-şöhret gibi beklentileri de olmamıştır hayattan…Dedim ya o bir halk adamıdır.Halkın içinde yer bulmuştur kendisine…Yüzde beşlik mutlu azınlıktan değildir O!… Bundan da asla şikâyetçi olmamıştır.

Bir gün turistik bir lokantaya yolu düşmüştür şairin… Bakmış ki etraf ensesi ve cebi kalın adamlarla dolu… Cebinde de beş lirası var. Madamlar, matmazeller,hanımlar, hanımefendiler cirit atıyor etrafta…. Sosyete olduklarını ispat etmek için Türkçe bile konuşmuyorlar.Rakı, şarap, viski, şampanya,votka su gibi tüketiliyor.Onun da tek bir derdi var: O da aç karnını doyurmak….Fakat ne mümkün!...Bu turistik lokantada karnını doyurmak bir maaşı tüketmeyi göze almayı gerektiriyor.Bu manzarada açlığını bile unutuyor ve bu durumu bir şiirinde şöyle dile getiriyor:

“Utanın nasırlı ellerim, utanın
Bitkin sızlayan dizlerim
Boşuna taşımışım seni, boşuna başım
Midemi aldatmışsınız, kandırmışsınız
Bir öğün yemeği bile karşılamıyor
Yazıklar olsun maaşım...”

Onun şiirlerinde zaman zaman tasavvufî söyleyişlere de rastlanır. Bu atmosfere girdiği şiirlerinde, geçmişteki hadiselere göndermeler yaparak telmih edebî sanatını ustalıkla kullanmıştır. Aşağıdaki dörtlüklerde Hz.Adem’in Cennetten uzaklaştırılışı, Seyit Nesimi’nin bir idrak kazasına kurban gidişi ifade edilerek, şiire derinlik ve ufuk kazandırılmaktadır:

“Âdem’im, Cennet'ten kovulan ben'im,
Seyit Nesimi’yle soyulan ben'im,
İçip sarhoş olan ayılan ben'im,
Yanmak istiyorum yandığım kadar...”

Bu hususta tasavvuf edebiyatının büyük şairlerinden olan Yunus Emre’nin tesirinde kaldığı da apaçık görülmektedir. Aşağıdaki dörtlükte ifade edilen mana, Yunus’un “Beni bende demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içerü” söyleyişiyle paralellik arzetmektedir:

“Buyruğumda değil ayağım, elim,
Söyleten kim bilmem, söyleyen dilim,
Beni benden aldı; ben, ben değilim,
Yanmak istiyorum yandığım kadar...”

Merhum Şentürk ,“Tahterevalli” isimli şiirinde Doğu milletleriyle Batılıların mukayesesini yapmaktadır. Şarkın geri kalmışlığını, Batının ilmen ilerlediğini belirtmektedir. Bunu ironik bir anlatımla dile getirerek kırıcı olmaktan sıyrılmaktadır. Doğunun geri kalmışlığını kağnıyla, Batının gelişmişliğini ise füzeyle sembolize etmektedir. Fakat bütün geri kalmışlığına rağmen Doğu toplumlarının hissi manada Batı’nın metalik kültür ve medeniyetine galebe çaldığını, bunun insanî değerlerin yaşanması ve yaşatılması açısından mühim olduğunu dile getirmektedir:

“Bir uçta doğu, bir uçta batı,
Bir uçta kağnı, bir uçta füze,
Bir uçta yumruk, bir uçta atom,
Sırtımız kavi, yüreğimiz pek,
Merih'te balayı, yerde diskotek.
Devir füze devri yavrum;
Yok ikisinin ortası,
Yok orta halli,
Tahterevalli, tahterevalli...”

O şiirlerini bazen serbest tarzda, bazen de heceyle yazmıştır. Fakat onu hece şâiri olarak nitelendiremeyiz. İlle de serbest yazma veya heceyle yazma diye bir saplantısı ve sabit fikri yoktur. Her iki tarzda da mükemmel şiirler vücuda getirmiştir. Zaten şiirin güzelliğini sağlayan unsur serbestlik veya heceye bağlılık değildir. Bazen serbest yazılan şiirlerde de bir iç ahenk ve armoni bulunabilmektedir. Hecenin kalıplarını zorlayarak yazılan kimi şiirler ise sıradan olmaktan kurtulamamaktadır. Mühim olan elbise değil, elbisenin içindekidir. Kafiye, ölçü veya serbest tarz şiirin elbisesidir. Önemli olan neyi nasıl anlattığımızdır. O da bu anlayışın temsilcisi olmuştur. Bunu şiirlerinden yola çıkarak söyleyebiliyoruz. Aşağıdaki dörtlükler onun halk şiiri tarzında yazdığı eserlerine en güzel örnektir:

“Düşündüm, düşündüm; nerdeyim, neyim?
Bir anda kendimden geçtim bu akşam.
İsterseniz bana delirmiş deyin,
Gölgemin peşinden koştum bu akşam...

Yudum yudum içtim yıldızı, ayı,
Elimle kapattım bin bir sarayı.
Kırıp gönlümdeki gerilmiş yayı,
Göklerde bir yelken açtım bu akşam...”

O bütün insanları karşılıksız sevmişti. “Arkamdan” adlı şiirinde ölüme dair duygu ve düşüncelerini açık ve samimi bir dille ifade etmiştir. Yaşının ilerlediğini, yolun sonunun göründüğünü, geride bıraktıklarının kendisi için bir kıymet ifade etmediğini, cenaze adına anlı şanlı törenler istemediğini, vefasızlık edenleri peşinen affettiğini, 'Hani nerde, bunca dostlarım? ' diyerek yakınmayacağını, birkaç kişi tarafından defnedilmesinin yeterli olacağını, şayet alacaklıları varsa ölmeden gelip almasını, borçlu gitmek istemediğini, birileri ağlarsa kemiklerinin sızlayacağını, insanların mutluluğunun ve tebessümünün onun ruhunu cennette yaşatacağını dile getiriyor:

“Nasıl olsa yolun sonu göründü,
Aceleye, telâş etmeye gerek yok.
Alın, neyim varsa sizlerin olsun,
Dünya malında gözüm yok...

Nasıl olsa bir gün ölüm gelecek,
Hangi haldeyken bulacak beni?
Şöyle elim tutar, gözüm görürken
Bekliyorum gelmesini...”

O,bahar mevsiminde,güneşli bir günde ölmeyi istiyordu.Öyle de oldu…Baharın yazla kucaklaştığı bir zaman diliminde bu fâni âlemden bâki âleme kanatlanıp uçtu.Geride yüzlerce şiir ve binlerce yürek dostu bıraktı.Fakat cenaze törenine dostlarının önemli bir kısmı katılmadı.Varsın olsun…Bu musalladan nice Ahmet Tufanlar gelip geçecek….Bî-vefanın vefa ummaya hakkı olmasa gerek…Herkes yaşadığı hayat üzere ölecektir.Öldüğü hâl üzere dirilecektir.Ölümüne dair düşüncelerini kendisinden dinleyelim:

“İstemem gözyaşı, acı ve tasa,
Mevsimlerden bahar olsun isterim.
Güneşli güzel bir günde,
Kim duyarsa, kim severse, kim isterse
Gönüllü gelsin gelirse...”

Sözlerimi Ahmet Tufan Şentürk’ün yürek dostlarından biri olan şâir Ali Altınlı’nın vefasızlığı zemmeden dizeleriyle noktalarken şâirlerin manevî babası Ahmet Tufan Şentürk’e Allah’tan rahmet,geride kalan dostlarına sabır diliyorum.:

“Gördüm oğul narasını, nasıl sessiz atar imiş;
Gözyaşları büklüm büklüm, ciğerlere akar imiş;
Dostlar dostu son deminde, nasıl böyle satar imiş;

Gelmeyenler hep gelecek, yatacaklar boydan boya;
Ceylanların gözyaşları, seksen yıllık bir babaya...”

Etiketler : , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank