Şair Bekir Sıtkı Erdoğan – Şiirde Üç Boyut
Kökeni Harp Okulu idi. Heybeliada’da Deniz Lisesinde Edebiyat Öğretmeniydi. Kıdemli Albaylığa kadar, İstanbul Karşıyaka’da, Taksimden yukarı doğru gidilen semt’te bulunan bir evde yapılan şiir toplantılarına, Behçet Kemal Çağlar ve Orhan Şaik Gökyay ile devam etti.Bu toplantılara ilk gittiğinde çok memnun kaldı. Edebî çevresi oluşmuştu.
Şairin, şair olabilmesi için, üç boyuta sahip olması lazım. Bunların içinde, kazanamayacağı, Allahın verdiği boyutta var. Şairin bu boyutları şiirine geçerse o şiir üç boyutlu bir şiir olur ve çağların çağıltısı içinde sonsuza kadar gider.
Birincisi derinlik boyutu, ikincisi genişlik boyutu, üçüncüsü de uzunluk boyutu. Geometride bildiğimiz boyutlar. İki boyut olursa bir düzlem olur. Sathi olur. Şiirlerde (2)sathi olur. Tek boyut bir çizgidir. Bir şey olmaz.
Boyutun birincisi derinlik, yetenek ; Şair, dağın başında çobansa yeteneğinden haberi olmaz. Şair olduğunu bilmez. Yeteneği ailesinden geliyor olabilir. Ailesini erken kaybetmiş, onlarla bir ömür sürememiş olabilir. Kendini fark edememiş olabilir.
Mesela benim dayım şairdi. Ben ondan çok (4) feyzler aldım. Allah rahmet eylesin ama yeğeni doğmadan ölen şairler de vardır.
Dağdaki çoban yeteneğini bilemez. Ne zaman farkına varır ? Köye iner, istirahat halinde, o akşam ozanlar gelmişlerdir. Sazlarını köy odalarına asmışlardır, onların atışmalarını dinler, ne güzel söylediler acaba bende söyleyebilir miyim der. Özenmeye başlar. Derinlik boyutu bir boyut daha kazanmış olur.
Boyutun ikincisi genişlik, çevre ;
Şaire bir çevre lazım. Eğer şair o çevreyi bulamazsa şair olamaz. İyi bir çevre bulması lazım. Bunlar eskiden köy odaları, Divan şairleri, (1) vüzerâ konaklarında toplanıyorlar. Onlara caizeler veriliyor. Padişahların, vezirlerin adına şiirler yazılıyor. Oralar, okumuş insanların bulunduğu çevreler olduğu için daha kuvvetli çevrelerdi. Lâkin Divan Edebiyatı dili bizim dilimiz olmadığı için, maalesef kendi dil (5)sandûkasında kilitlendi kaldı. Cevherdi. Kilitlendi duruyor. Onu alıp bilezik yaptırmak, bozdurmak lazım. Küpeler yapıp kullanmak lazım.Ben şimdi onu yapıyorum. O müjdeyi de vereyim. Belki yüzakını gördünüz. “Kaybolmayan İzler” adı altında bir divan hazırladım. Bu divan konuştuğumuz, halka inmiş dille, halka inmiş dil derken, isterse Fransızcadan gelsin “normal” kelimesini kullanıyoruz. Kullanmayalım bakalım. Dil Kurumu’na soralım. Onlarda kullanıyorlar. Buyrun, Fransızca kelime, kullanmazsak “anormal” olur. Dilimize neler giriyor. Halkımızda biliyor. “bu adam anormal” diyor. “manyak” diyor. Argo olsun. Ne olursa olsun yabancı kelime halkımıza indiyse artık o kelime kullanılır. Farsçadan gelsin, Rumcadan gelsin. Derler ki “efendi” kelimesi, efendos’ tan gelmiş. Nereden gelirse gelsin Peygamber efendimiz diyor. Dili iyi anlamak lazım. Dilcilikte halka inmek, Dil bir amaç değildir, dil bir araçtır. Amaç nedir öyleyse, anlaşmak. Halkımızla anlaşabilmek. Bu memleketin geniş tabanı halktır. Kültüre sahip olan halktır. Divan edebiyatı okumuşların kültürü. Böylece halkımız bölünmüş. Yazık olmuş. O bölünmeler bizi nerelere kadar götürdü. Bugünde korkuyorum. Güzelim şarkılarımız, zengin kültürle, büyük ustaların meydana getirdikleri mirasımız duruyor. Çocuklarımız aklına geleni savuruyor. Şiirde de öyle. Herkes şiir yazabilir. Herkes şair mi? Evet bir duruma göre, kabul edebilirim. Başlangıçta herkes şair. Ateş düştüğü yeri yakar. Herkesin acısı var. Herkesin duyarlılığı var. Şiirin ana malzemesi duygudur. Nesir’in ana malzemesi düşünce. Öyle de herkesin duyarlılığı varsa, hatıra defterine döküyor, şiire döküyor. Tabi onlar da şiir ama kendi şiiri. O okur o zevk alır. Bizde onun gözyaşlarına bakarız. Ne güzel yazmışın deriz. O şiir hafızalarda kalmaz.
Hafızalarda kalması için şiirin iletişim araçları var. Bunları kullanmak lazım. Ustaların bize getirdiği. Eğer, sanatçı olmak istiyorsan sanatkârlardan bir şey öğrenmek lazım. Ben sanatçıyım demek için sanatkârlardan bir şey almak lazım. Her sanat böyle. (3)Bedî sanatlarda böyle , günlük sanatlarda böyle. Zanaat demeye, ayırmaya hiç gerek yok. Adam eline malzemeyi almış kundura yapıyor. Herkes yapar da ben yapamaz mıyım. Yap bakalım hadi. Yaptığı kundura giyilir mi? Kunduracıdan ders almamış. Çıraklık yapmamış, kalfalık yapmamış kimse, yaptığını kendi ayağına giyemez. Çarık bile olmaz. Onunda incelikleri var.
Ya şiir ; şiir soyutlaşmış bir olay, zorlaşmış. Güzel sanatların mimarisi, taşı toprağı, maddeye en yakın. Heykeltıraşlıkta madde azalıyor. Sonra ressamlık geliyor. Boyaya döndü. Malzeme kağıt ve boyaya kadar indi. Hammadde kayboluyor. Sonra musikiye geliyoruz. Sese indi. Şiire geldik. Sadece duygularımızı ifade eden düşünceler. Efendim ben anlamsız yazıyorum. Neyi anlatıyorsun peki ? Şiir yazıyorsa anlamsız şiir olmaz. Bu neye benzer no figüratif resim. Büyük ressam Picasso, vaktiyle o kadar güzel resimler yaparmış ki güzelliğinin farkına varamamışlar. Başlamış göze sokar gibi acayip resimler yaparak ilgiyi çekmiş. Acayipler ilgiyi çeker. Televizyonlar o acayibi arıyor. “Reyting” Akşam bir musiki tartışması dinledim. Yorum yapmak için “Şarkıcının göze hitap etmesi lazım” diyor. Eskiden Müzeyyen Senar’lar oynamazlardı. Şimdi çıkan evvela oynuyor sonra söylüyor. Duygularımıza, ruha hitap edemiyor, göze hitap ediyor. Hareketleriyle. O tiyatro olur. Önce kulağa hitap edecek.
Şiirde boyutlardan bahsetmiştik. Konuya dönüyorum. Birinci Boyut Derinlik; Yetenek bu herkeste olmaz. Elde etmeye imkan olmaz. Okulu yoktur. Varsa var. Açın bir okul yetenekli olanlar oraya giderse yararlı olur. Şiirin nasıl dinleneceğini belki öğrenir. Yazmasını değil. Yetenek bir vergidir. Yüzyıllardır söylüyorlar. Mesela ben resimde yapıyorum. İşte o kadar. Ney de üflüyorum. Büyük neyzenlerin ulaştıkları derinliğe ulaşamıyorum. Güzel Sanatların kolları oldukları için, güzellik oldukları için içimde var. Asıl yeteneğim şiir yönünde. Beste yapamıyorum. Bunları yapmak için büyük bestekârlar lazım. Kendimi o yöne vermedim. Ben her şeyi yaparım diye. Bazı doktorlar vardır, her şeyi anlar ama hiçbir şey bilmez. Şimdi uzman doktorlar var. Bir şey anlıyor ama tam anlıyor. Eskiden şairler romanda yazarmış, hikaye de yazarmış. Okuyoruz eski şairleri. Yahya Kemal’in kaç oyunu, kaç tiyatro eseri var ? Hiç. Şiirleri var. O bize uzmanlığı getirdi. Aruz veznini bu günkü dille, halkımızın diliyle getirdi. Hazırladığım divan da o şekilde.
İkinci Boyut Genişlik; Çevre dedik. Şairler birbirinden etkilenir. Etkisi altında kalır. Bu işin başlangıcında herkes birbirinin etkisi altında kalmalı. Etki altında kalmayan yazamaz. Kural koyalım. Etki altında kalacaksın. Birisini dinleyip, ne güzel şiir, böyle bir şiir de ben yazsam (yetenek varsa) özenme başlar. Ona benzemeye başlar ve o alır bir yerlere götürür ama o etkiyle olur. Arabanıza dolduruyorsunuz benzini, kontağı çeviriyorsunuz. Benzini şimdi koydunuz. Araba benzinle gidecek ama kımıldaması için başka bir enerjiye ihtiyacı var. Akü. İşte başka bir şairden alınan etki akü etkisidir. Sizi harekete getirir. O orada durur. Motor çalışmıştır. Sizin kendi enerjiniz, paranızla alıp koyduğunuz asıl masrafın, benzinin, iç enerjinizin, yeteneğiniz başladı şimdi. Belki de onu aşacaksınız. Kaç şair bilirim. Filancanın etkisinde kalmıştır ama onun şiiri etkisinde kaldığından çok çok güzel olmuştur. Ben ikincisini okurum. Kendi de der. “Bende filancanın etkisi var.” İşte bu çevrede oluşur. Yetenek boyutu bir çizgidir. Çizgi görünmez. Duvara bir çizgi çizip görüyorum. O dar bir çizgidir. Kalemin kalınlığında bir yüzeydir. İki düzlemin kesiştiği (6)vehm edilen bir çizgidir o. Aslında görülmez. Çizgi bu, hedef de öyle, görünmez, bilinmez. O çoban, orada ki ozanların söylediğini halktan daha iyi anlamıştır.
Rahmetli dayım Şair Turan Özkorkut’u dinlemeye, bizim eve komşular gelirdi. Odada bir sedir vardı. (divan). Onun üzerine sıralanırlardı. Bir tarafta annem bir eliyle kardeşimin beşiğini sallardı. Soba yanan odada küçücük bir iskemle vardı. Üzerinde de gaz lambası yanardı, masa denirdi. Bir köşesinde ben, bir köşesinde Amerika da okuyan kardeşim oturup ders çalışırdık. Dayım cebinden eski yazı ile yazılmış cep defterini çıkarır, şiirlerini okur, komşular dinlerdi, bende dinlerdim, güya ders çalışırdım. İmkanı mı vardı? Misafirler gittikten sonra, bende evin büyük çocuğu sayıldığımdan, dayımla birlikte, dayımın yukarıdaki odasına çıkardım. Yukarı çıkar çıkmaz “ dayı şu falanca okuduğun şiiri (bir mısrasını unutmuyorum), dayım “ulan sen ne biliyorsun şiirden, sen daha dur bakim ?” gülüyor benim halime. Ama oraya gelen herkesten çok ben anlardım şiiri. Dayım bana, “benim yaşanmamış hayatımsın, yazılmamış şiirlerimi sen yazdın” derdi. Gerçi o aruz bilmezdi. Tahsilim ilerledikçe şiirim de ilerledi, yürüdü.
Bu tahsil kelimesi üçüncü boyuta getirdi. “İki boyutta kalırsa, kesişen iki boyuttan bir düzlem geçer . Bunu geometride okuduk. Düzlem demek satıh demektir. Orada kalırsa şiirler sathi olur.” Bu tekrarı yaptıktan sonra devam edelim. Çoğu halk ozanlarının şiirleri birbirlerinin tekrarıdır. Her konuda şiirleri yok. Benim şiirlerimi bir inceleyin. Şiirimin girmediği konu yok. Falından tutunda peygamberimizin hayatı, kahramanlık, yiğitlik, fakirlik, zenginlik, neler yok. Neden...?
Üçüncü Boyut Uzunluk ; Eğitim Okullarla ilgili. Yalnız okul mu ? yok. Okumak. İnsan kendini de eğitir. Hayat sayfa sayfa bir kitap, bir okul. İyi okuyan, görebilen için. Yazılmış başka kitapları oku. Onlarında etkilendikleri var. Şairleri oku, roman oku, hikaye oku, oku, oku. Öyle olunca ufuk genişliyor. Söyleme alanı genişliyor. Konular zenginleşiyor. Üçüncü boyuta girince artık satıhtan kurtulup bir hacim oluşuyor. Eni, boyu, yüksekliği olan bir hacim. O zaman Hz. Musa’nın sığındığı sandığını, Nil nehri çağıl çağıl nasıl götürüyorsa, çağlar boyunca şiirlerinizi bu üç boyut öyle götürür.
(1) vüzerâ : Valilik, vekillik gibi yüksek rütbelerde bulunan “paşa” ünvanını taşıyan kimse.
(2) sathi : yüzeysel
(3) Bedî : güzel
(4) Feyz : ilim, irfan
(5) Sandûk : sandık
(6) Vehm : kuruntu, şüphe, tereddüt