Bekir Sıtkı Erdoğan – Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yılları
Üç boyut çok önemlidir. Her zaman anlatırım. Niye anlattım şimdi size! Benim çevrem neresi oldu? Benim iki çevrem oldu. Ankara’da bir çevrem oldu, Harp okulunda okurken, bir de İstanbul’da bir çevrem oldu. İkisi de mükemmel iki çevre idi. Ankara’da olan çevrem, Behçet Kemal Çağlar’ın eviydi. Her hafta Pazar günü orada toplanırdık, bizi davet ederdi. İlhan Geçer’ler, Halil Soyuer’ler, sonra asker şairler, Mustafa Necati Karaer vardı rahmetli, Gültekin Samanoğlu gelirlerdi. Biz asker olduğumuzdan, pazar günü indiğimizde oraya gidiyorduk. Onlar ara sıra geliyorlardı. Ben davetli idim oraya. Orada dışarıdan gelen pek çok şair tanıdım. Orhan Seyfi’yi tanıdım, düşünün, oraya geldi çünkü. Birçok şairler oraya geldiler. İsimlerini saymak zor oluyor. Onun için sayamıyorum. Etkisinde kaldığımız, bize feyz veren şairler oldu orada. Hemen hemen sizin tanıdığınız, benim zamanımda yaşamış şairler hep oraya geldiler. İkinci yeniler, üçüncü yeniler gibi, serbest nazımın düşkünleri gelmediler, onlar bizi sevmediler. Pek hoşlarına gitmedik onların. Behçet Kemal Çağlar, (10 Temmuz 1908-24 Ekim 1969) evlenmediği için kendini şiire kaptırmış bir insandı. Aruz’u da iyi bilirdi, nazım’ı da iyi bilirdi.
Onuncu Yıl Marşı gibi şiirler kuru kuruya yazılmış şiirler değildir. Bakınız, âruzla, hâl eyler beni, lâl eyler beni, en sonunda da, böyle sohbetler alır Behçet Kemal eyler beni. O sohbetler çevre geliştirir. Beni Behçet Kemal yapan çevredir, diyor. O da bizden bir şey alıyor, gördünüz mü ?. Onun için çağırıyor. Biz orada hakikaten çok güzel bir çevre oluşturduk. Bir de dergi çıktı orada, ama şimdi adını hatırlayamıyorum. O zamanlar Ankara’da bir dergi çıkıyordu. Sizin şimdi Mürekkep’i çıkardığınız gibi. Müsaade ettik ya size şimdi, bizim hatıralarımızı yazacaksınız. Şimdi hatırama gelmedi, güzel bir dergi idi. Şiirlerimiz çıktı. En başlara koydu o.
Şair böyle yetişir. Başka türlü hiçbir sanatın yolu yoktur. “El almak” tabiri vardır. Kimden el aldınız ? Şair dediğin bir çok ustadan el alır. Öteki basit sanatlara bir usta yeter. Ama şiir öyle bir ustalık ister ki, öyle bir incelik ister ki, bir çok ustadan el almak lazım. Bakın, basit sanatlarla güzel sanatların farkı burada. Bu büyük camileri yapan Mimar Sinan’lar acaba bir ustadan mı ders aldılar? Kimbilir kimlerin eserlerini inceleyip, onların yaptıklarının farkına vardılar.
İkinci çevrem, İstanbul’a geldikten çok sonra. Önce çevre bulamadım, Heybeliada’da çoğu ömrüm geçti. Deniz Lisesi’nde hocalık yaptığım için çevre bulamadım. Deniz Harp Okulu ve Lisesi beraberdi. Hatta Deniz Harp Okulu Marşı da benim marşım. “Şahlan artık ey deniz, şanlı dostlar geliyor. Ummanlara hükmeden Barbaroslar geliyor”. Diyerek bugün söylenen marşı ben yazdım. Ayrıca, Ellinci Yıl marşının da benim marşım olduğunu biliyorsunuz. Dolayısı ile Kara ordusunda yetiştim, Deniz Kuvvetleri’nde görevime devam ettim. Şark hizmeti yaptıktan sonra Ankara’ya tayin oldum. Keçiören’e giderken büyük bir ekmek fabrikası vardır, Ziraat Fakültesinin hizasında, orada, su durağının olduğu sokakta altı sene İnzibat ve Muhafız Takım Komutanlığı yaptım. 1950’de Şark’a gittim, 1953’de dönüp tayin olunca müstakil bir takımda bazı imkanlar buldum. İlk işim geldiğim sene, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne kaydımı yaptırmak oldu. Tabii biraz zor oldu, Askeri diplomalar var. Sanki Askerliği çoktan bırakmışım da gidip sivilmişim gibi oraya bir vesika vererek kayıt yaptık. Mecburen, başka türlü tahsil yapmaya imkan yok. Kanunen bu böyle. Edebiyata tutkuluyum. Bunu yapacağım. Böylece komutanım müsaade etti. Profesörler müsaade etti. Profesörlerin hepsi benim kim olduğumu biliyordu. Ne hatıralar var onlarla da. Bir hatırayı hemen söyleyelim. Gündüz Akıncı bize eski yazı dersleri öğretiyor aynı zamanda, tahtaya eski yazıyla bir beyit yazar, o beyiti önce okutturur, bizde eski yazı var, çok meraklıydım, çok önceden kur’an biliyordum. Ben eski yazıyı bilerek okula girdim. Onun için her şey kolay geldi. Ben hemen okumuyorum, oradaki öğrencilerden sekiz, dokuz yaş büyüğüm. Harp Okulunda okumuşum, sınıf okulunda okumuşum, üç sene şark hizmeti yapmışım, gelmişim, onlar da liseyi bitirmişler. Arada bu kadar fark var. Onlar abi , abi , abi. Dedim ki sakın ola, Bekir Sıtkı Erdoğan ismi yok. Sadece Bekir Erdoğan ismi var. Sıtkı’sı yok. Bilmesinler, hani sandım ki profesörlerimde önceleri mani olmaya kalkarlar. Onlar hemen kim olduğumu kaptılar, öğrendiler. Çok çok sevgi gösterdiler. Dil, Tarih’te çok sevgi gördüm. Gündüz Akıncı Beyin dersinde, tahtaya beyit’i yazardı, ben hemen okumazdım, onlar heceler, çat pat okumaya çalışırlar, olmaz, Cevahir’i kurtarmak tabiri vardır. Nihayetinde, parmağımı kaldırıyorum, okuyorum, tamam diyor, çok güzel. Sonra ikinci defa soruyor. Bu şiir kimin ? Kimin yazdığını da söyleyebilir misiniz? Cevap alamayınca Gündüz Akıncı’ nın başı bana döndü. Alıştı en son ben söylüyorum. Bende şöyle bir cevap verdim. “efendim bu şiir serbest bir şiir olsaydı, ben buna Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın derdim. Ama bu serbest bir şiir değil, bu ölçülü bir şiir, onun için ben bunu diyemiyorum'' dedim. Bravo dedi.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri, üslubundan yakaladın dedi. O’da böyle ölçülü yazıyordu, sonra değiştirdi dedi. Ondan sonra isminiz neydi dedi. Bekir Erdoğan dedim. Sıtkı’sı da var mı ? dedi. Arkadaşların hepsi bir ağızdan, var efendim var, var dedi. Güya söylemeyecekler. Efendim Allah rahmet eylesin diyeceğim. Öyle bir şey duydum. Sağ ise de Allah selametlik versin. Gündüz Akıncı sonradan Erzurum Üniversitesi’ne gitti. Efendim, dersi bıraktı, benim biyografimi verdi. Güzel bir biyografi, biliyor, incelemiş hayatımı. Sonra ezbere, Hancı şiirimi, Kışlada Bahar şiirimi okudu. Dedi ki “Okulumuza tekrar bekleriz.” Beni misafir sanmış. Birkaç defa halbuki gittim. Gene de ona rağmen bir türlü beni öğrencilik sıfatına vuramıyor. Çünkü biliyor, o şiirler meşhur olmuş.
Ben Erzurum’a gittiğimde, tâ Malazgirt’te okuttular o şiiri 50’li yıllarda. Hatta okuyan da genç bir öğretmendi. Biz de asker olarak dinliyorduk. Bir çok şiirlerden sonra okudu. Herkes sordu. “Bu şiir kimin” diye. “Ben yazdım” dedi. Yanımda İhsan Kurt isminde genç bir öğretmen, şimdi ise bir müfettiş. Fırlamak istedi yanımdan. Karslıydı, oradan bindi, biz Erzurum’dan. Olay Malazgirt’te oluyor. Hemen elini tuttum. “Ne diyor bu” dedi. Sus işareti yaptım.“Bir daha yaşamayacağım bu günkü hayatı, bırak” dedim . Orada bıraktık. Bunu duymuşsunuzdur.
- Duydum ama sizden dinlemek daha güzel hocam.
- Söylemedik. Orada öğretmenler benim orada olduğumu bilmediler.
Sonra televizyonlarda konuşma yaptıkça, eğer beni dinliyorsa o kardeşimiz, yine ben selam ediyorum, çok güzel okudu, teşekkür ediyorum. Birkaç sefer buna benzer olaylar oldu.
Kara ordusunda öğretmenlik istedim. Orada yetiştim. Aklıma Bahriye nereden gelecek. Heybeliada bir cennet. Hayalimizde duyduğumuz efsaneler. Bahriyede bir hocaya ihtiyaç var. Acele aranıyor. Bakın Allah’tan. Araya bir albay girdi. Görüşmeler oldu. Teferruat anlatmayacağım. Genel Kurmaydan, Kara Kuvvetlerinden beni aldılar. Sınıf değiştirerek, hâki’leri çıkardık, beyaz takımları giydik. Dört senede Dil Tarih bitti. Orada kalmam için Gündüz Akıncı çok uğraştı. Doğu Üniversitesi açıldı. Atatürk Üniversitesi, Gündüz Akıncı’ yı, daha başka hocaları oraya alıverdiler. Dil Tarih boşaldı. Halk Edebiyatı Kürsüsü kuracaklardı. Doktora yapacaktım. Yapamadım, olmadı, neyse. O zaman Bahriyeye geçtim.
Sayın Ulviye Hanım yazılarınızdaki akıcılığı çok beğeniyorum ve kaleminizde ki kültürlü ve olgun çizgilerle bütünleşiyorum. Değindiğiniz konular, beni çok mutlu ediyor.
Kasım 8th, 2010 at 23:00Edebiyata aşık ve edebiyat için, gönül kalemini kullananları saygıyla selamlıyorum.
Bizleri böylesi akıcı anılarla bilgilendirdiğiniz için teşekkürler.