Said Nursî “Bana yazdırıldı” Derken…
Said Nursî "Bana yazdırıldı" Derken Peygamberlik mi İddia Eder?
Söylemedi demeyin. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadeler herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece "ilahiyatçılık" ya da "tıpçılık" tarif edilmeye çalışılıyor.
"İlahiyatçılık" ya da "tıpçılık" bir tavrın adıdır. Öyle ki, "ilahiyatçı" olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da "tıpçı" olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.
Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatın kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim. Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan "iş"lerini daha iyi yapabilirler. Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır.
Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir. Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir.
İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı "tasavvufi bakış açısı"dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama "emmare" olan nefsini "mutmainne" olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir. İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını "zayıf" ve "mevzu" olarak tanımlayacaktır. İlahiyatçı, mesela Mevlana'nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur. Bu konuda "Sen olmasaydın, sen olmasaydın..." diye başlayan "Levlâke..." hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, "sahih" olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.
Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi'nin "bana yazdırıldı..." "kalbe ihtar edildi..." türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle "peygamberlik iddiası" kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, "peygamberlik iddiası" kapsamına koyuverir.
Said Nursî, İmam Ali'nin[ra] eserlerinde Risale-i Nur'a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur'a dokunulmaz "kutsal kitap" statüsü kazandırmak için değil, İmam'ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır. Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali'nin[ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur'ân'la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur'ân'a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur'ân'la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?
İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, "Bana yazdırıldı..." ve "Kalbe ihtar edildi..." gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı "ben çok günahkârım..." diyen bir adamın, "ben"le başlayan cümlesini "o" diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi. Bir insan "Ben günahkârım" derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında "günah" diye algıladığı sizin "günah" diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun "ben günahkârım" deyişi ile sizin "ben günahkârım" deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi "o günahkârdır" diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. "Bana bildirildi..." cümlesi de ancak "ben" öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi "Said Nursi'ye bildirildi, yazdırıldı..." diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.
İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, "Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah'tır" mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah'tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah'tır. Tercih eden Said Nursî'dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî'nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî'nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.
Hem sonra "kalbe ihtar edildi..." sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! "Kalbe ihtar edildi" demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.
Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir. Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de... Altından bihaberseniz, altın'ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini "vahyin inişi" kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, "vahiy" deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî'nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz. Kategorize düşünen bir aklın "bana yazdırıldı.."lardan anlayacağı tek şey "bana peygamber gibi vahiy indirildi" iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.
Şimdi "Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı" deyiversem, "bana vahiy geldi" mi demek isterim?
Merhaba Senai Bey,
"Aslan Terbiyecisi'nden" isimli yazımda buna benzer bir konu işlemiştim.
Benim konum "ilham" eksenindeydi... Nicedir "vahiy/ilham" eksenli muzakerelerimiz oluyor arkadaşlarımızla..
Hatta şöyle bir tez ortaya atmıştık: Vahiyde, Allah bilgileri kendinden kula bizzat indiriyor; ilhamda ise kula, kendinden bilgi indirilmeye izin veriyor..
Vahiy inanç/iman odaklı bilgi için geçerli; ilham ise, hem bu terminalojinin açıklamısı hem de insanlığın idamesi ve/veya tekamülü için kullanılıyor..
Dolayısıyla aslında Üstad'a vahiy değil, ilham gelmiştir, diye yorumlayabilir miyiz? Tıpkı bir ressama geldiği veyahut bir şaire geldiği gibi..
Saygılarımla,
Mart 16th, 2011 at 13:40Ey Ademoğlu! geçmişten ders alarak yaşasana.
Mart 16th, 2011 at 13:46Aklın yolu bir, doğruyu gösteren Hak sana.
Sakın aklına danışmadan gitme nefsten yana.
Sonra başını vursan taştan taşa, kaç para.
- Aklı kıt olanın doğrusu az olur.
- Her akıl kendi başına yeter.
Mart 16th, 2011 at 13:50Bir din alimi Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu bilmeyecek kadar aptal mı ki, böyle abuk sabuk düşüncelere kapılıyorlar.
• Dinin mihenk taşı Kur- an’ dır.
• Dinin temeli, Allah’ı bir bilmektir. Bu temel üzere yaşayan her kes er geç sonunda cennetliktir. Ancak, kendileri için gönderilen peygamberlere uygun yaşayan her ümmet, Allah’ın kendileri için öngörüp oluşturduğu cennet makamlarına giderler. Ümmetler için amele göre oluşturulan tüm cennet makamları ise, peygamberler vasıtasıyla elde edilen ilme uygun takvaya / yaşantıya bağlı olarak kazanılıp ele edilir. Bu kazanım ilme, ilim de akla bağlıdır. Akla bağlı olarak elde edilen İlim ise, aklın tekamül evrelerine bağlı Tekamül; mekan üzerinde akıp giden zamana bağlı olarak insanların gelişip olgunlaşmalarını gösteren zaman aralıklarına tekamül evreleri denir.) oluşup geliştiğinden, aklın ilmen oluşturduğu tekamül evreleriyle ölçülür. Tekamül evreleri de, insanların aklen ulaşıp gösterdikleri olgunlaşmayla ölçülüp değerlendirilir. Bu süreci, zaman içinde oluşturan Allah’tır. O nedenle de insanlığın tekamül yolundaki ilerlemesine yönelik oluşturulan olgunlaşma süreci, Hz. Adem’le başlar. Hz. Musa ve Hz. İsa ile belirli aşamalardan geçirerek gelişir. Hz. Muhammed’le de erginleştirilir.
• Artık peygamber gelmeyeceği Allah tarafından ilan edilmiştir. Sırat-ı müstakim yolunda, akıl hikmetiyle ilerleyecek olan insanlığın son peygamberi, Hz. Muhammed olur. Bu aşamadan sonra artık peygambere gerek kalmaz. Çünkü artık dini (vahyi) anlayıp yaşayacak olan insan aklı, tekamüldeki buluğa erer. Bu erişmeden sonra, insanlığın kıyamete kadar sürecek olan olgunlaştırılmasına yönelik tekamül evresi de artık insan aklına bırakılır.
• Dolayısıyla bizim yaşadığımız dönem artık, akıl evresi, akıl dönemidir. Onun için aklımızı çok iyi kullanmasını öğrenmeliyiz ki, doğru yaşayıp doğru gidelim. Bize öncülük edecek olan akıl, ata benzer, iyi yetiştirilip, iyi eğitilmiş bir at, sahibini gideceği yere doğru dürüst götürmeyi nasıl bilirse, akıl da öyle bilir. Çünkü aklımız Allah’a, düşüncemiz bize aittir. Onun için akıl içinde doğru düşünebilirsek, doğru düşünce bizi direkt O’na götürür. O’na gitmek için kendimizi yetiştirip aklımızı eğitmeliyiz. Eğitilen akıl insanı doğru yola sokar. Kendisini tanımasını sağlar. Aklın eğitilip, insanın doğru yola girmesi okuyup öğrenmekten geçer. Onun için okumak gerekir.
• Diri ölüden daha çok şey ister, onun için azim, gayret ve caba ölüler için değil, diriler içindir.
Mart 16th, 2011 at 13:59Allah arıya bal yap diyor. Bu arıya verilen bir Allah emridir. Yani vahiy'dir. Arı Allah'tan vahiy alıp bal yaptı diye başımıza peygamber mi? Olmuş oluyor.
Allah yaratıp var ettiği hiç bir varlığı ne boşuna yaratmııştır. Ne de başıboş bırakmıştır. Her varlık yaratış sebebine bağlı olarak görev ve sorumluluğunu yapıp yerine getirmekle yükümlüdür.
Bu görev ve sorumluluktan doğan hükümllülüğünü yerine getirmesi hiç bir zaman kulun vahiy aldı anlamına gelmez.
Mart 16th, 2011 at 16:24Birde burada şunu belirtmek istiyorum. Elbette Her mesleğin bir alimi olduğu gibi dininde alimi vardır. Ancak din ilmi diğer ilimlerden çok farklıdır. Matematikte çözüm ve sonuç belli. Tıpta öyle. Ama dinde öyle değil. Nasıl öğrenirse kişi öylece bir inanç sahibi olur. Zaman içinde yanlış öğrendiğini öğrenmniş olsa bile zaman içinde alışkanlık edindiğinden edindiği alışkanlığı kolay kolay değiştiremez. Verilen yanlış bilgi zaman içinde insana yıkım olur. Onun için her din adamının her söylediğine de hemen inanmayın. Sizde okuyup öğrenin daha az hata ile yaşayın.
Ben bir din alimi değilim. Ama bu konuda kendimi birçok din aliminden çok daha iyi yetiştirdiğimi düşünüyorum.
Mart 16th, 2011 at 19:36