Şahmeran
Bir varmış bir yokmuş, develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ülkelerden bir ülke varmış. Bu ülkenin üç tarafı berrak denizlerle çevriliymiş. Kötülükten azat olan ülkenin her yeri zümrüt yeşili ormanlarla kaplıymış. Ağaçların dallarına konan kuşlar en güzel nağmelerle ötermiş. Bülbül ile gül bir birine kavuşmuş. Kurt ile kuzu yan yana gezer, tavşan ile tilki birbirini kovalamazmış. Çiçekler yapraklarını arılara açar, arılar da ballarını herkesle paylaşırmış. Bütün mahlûkat mutluluk içinde yaşarmış.
Bu güzel ülkenin deniz kenarında bir şehri varmış, bu şehrin adı o zamanlar Tersus’ muş. Tersus’ un bir tarafı deniz bir tarafı dağlarla çevriliymiş. Yeşillikler arasında güzel mi güzel bir şehirmiş. Hiç soğuk mevsim yaşamayan şehrin hayvanları uysal, insanları da sıcakkanlıymış. Birbirini incitmez, kimse kimseye zarar vermezmiş.
Tersus şehrinin dağa yakın tarafında bir mağara varmış. Bu mağara o kadar büyük, o kadar büyükmüş ki oraya çocuk olarak giren, yıllar sonra geri döndüğünde ihtiyar olurmuş. “Sonuna kadar gittin mi?” diye soranlara da “Yarı yoldan geri döndüm. Yıllarca yol yürüdüm ama sadece loş ışıklı karanlık uzun bir yol gördüm. Mağaranın sonuna ulaşmak için ömrümün yetmeyeceğini anlayıp geri döndüm.” dermiş.
İşte bu sonu olmayan büyük mağarada yılanların şahı olan Şahmeran yaşarmış. Başı insan, gövdesi yılan olan bu yaratığın bir de yavrusu varmış. Yavrusunun da başı insan, gövdesi yılanmış. Kara kaşlı, kara gözlü, kara uzun saçlı, beyaz tenli olan Şahmeran çok iyi niyetliymiş. Tersus halkıyla güzel bir şekilde yaşarmış. Her şeyde yardımlaşırlarmış. Tersus halkı Şahmeran ve yavrusuna her gün taze süt ve taze et temin ederek mağarasına götürüp bırakırlarmış. Şahmeran da boşalan süt çanaklarına ve et bakraçlarına altın doldurarak halka verirmiş. Bu sayede yılanların şahının ve yavrusunun karnı doyarmış. Altınlar sayesinde de Tersus halkı refah içinde yaşarmış. Yıllarca sürüp giden bu gelenek hiç bozulmamış. Ne şehir halkı aç gözlülük edip fazla altın istemiş. Ne de Şahmeran kendi halkı olan yeraltındaki yılanlar için fazladan et ve süt istemiş.
Şahmeran ara sıra mağarasından çıkar, şehre gelirmiş. İnsanlarla konuşur, davetli olduğu evlere misafir olurmuş. Gittiği her evde izzeti ikramlarla ağırlanırmış. Misafir olduğu evden ayrılınca da öyle bir bereket bırakırmış ki, o evin ne ekmeği tükenirmiş, ne de huzuru.
Şehirde düğün olsa önce Şahmeran davet edilirmiş, Şölen yapılsa başköşeyi Şahmeran’a ayırırlarmış. Yeni doğan bebeğe isim koyması için onu çağırırlarmış. O da bütün bu hürmeti karşılıksız bırakmazmış. Mesela o şehirde hiçbir yılan kimseye dokunmazmış. Tarlaları çoğu zaman şahmeranın halkı yılanlar eşeler, saban sürmeğe gerek kalmazmış. Hiçbir zararlı hayvan halkın ürününe ve canına kastedemezmiş.
Asırlarca süren bu dostluk uzaktan görenleri hayrete düşürürmüş. Tersus halkı da “Biz onu yılan olarak görmüyoruz. O da bu ülkenin şahlarından biridir. Çok iyi niyetli, cömert, akıllı, saygılı ve asil biridir. Ne biz onun halkına ve kendisine zarar veririz, ne de o bizim. Bu ülke bizim olduğu kadar onun da. Biz onu çok severiz o da bizi.“ dermiş.
Tersus halkıyla Şahmeran dostça yaşaya dursun. Biz çöller ötesinde var olan başka bir ülkede olanlardan haberdar olalım.
Çöller ötesindeki bu büyük ülkenin, büyük bir sultanı varmış. Sultan çok istemesine rağmen yıllarca çocuğu olmamış. Tam ümidini yitirecekken, bir gün saraydaki hekimlerden birisi sultana çocuğu olacağını müjdelemiş. Mutluluktan ne yapacağını şaşıran sultan, halkına bin bir türlü ihsanlarda bulunmuş. Ülkenin her yerini sevinç ve mutluluk sarmış. Karısı doğum yapana kadar sultan ve halk heyecan içinde beklemişler. Sonunda o gün gelmiş. Ebeler, hekimler koşuşturup durmuşlar. Sarayında gelecek haberi sabırsızlıkla bekleyen sultan yerinde duramıyormuş. Sabaha doğru koşarak gelen hekim müjdeyi vermiş. “Dünya güzeli bir kızınız oldu.” demiş. Sultan ve karısı çok sevinmiş.
Kaç kere yaz geçmiş, kış gelmiş, kış geçmiş ilkbahar gelmiş kimse saymamış. Mavi gözlü, sarı saçlı, uzun boylu, çok zayıf ve narin bir genç kız olan sultanın kızı, hafif esen rüzgârdan bile etkilenir hemen hasta olurmuş. Kızını çok seven sultan, bir an olsun gözünü ondan ayırmıyormuş. Ona bir şey olacak diye çok korkuyormuş.
Günlerden bir gün sultana kızının çok hasta olduğunu söylemişler. Sultan iki gözü iki çeşme günlerce ağlamış. Kırmızı kaftanını çıkarmış, siyah giymiş. Gülen yüzü gülmez olmuş. Devlet işleriyle de ilgilenemez olmuş. Ülkesi fakir düşmeye başlamış.
Günden güne sararıp solan sultanın kızına, ülkedeki ve yakın ülkelerdeki ne kadar hekim varsa hiç biri çare bulamamış. İlaçlar, iksirler içirmişler. Hiç biri işe yaramamış.
Sultan ümitsizlik içinde kıvranıp dururken, nerede var nerede yok, kimselerin tanıyıp, bilmediği bir kâhin saraya gelmiş. Muhafızlar içeriye almak istemeyince sultanın kızının hastalığına çare olacak bir sırrı olduğunu söylemiş. Muhafızlar durumu sultana anlatınca hemen huzura kabul edilmiş.
Huzura varınca “Küçük sultanımızın iyileşmesi için tek çare var. Üç yanı denizlerle çevrili, zümrüt yeşili ormanlarla kaplı bir ülke var. O uzak ülkenin güzel bir şehri var. Tersus adındaki bu güzel şehir de insanlarla dost olarak yaşayan bir yılan var. Adı şahmeran olan bu yılan, yılanlar âleminin şahı olup, bir tane de çocuğu var. İşte şahmeranın o çocuğunun başını keserek kanını küçük sultanımıza içirirseniz hemen iyileşecek ve ömrü yüz yıl uzayacak.” demiş.
Sultan bu sözler karşısında çok heyecanlanmış. Hemen gerekenlerin yapılması için vezirine emir vermiş.
Vezir de hiç vakit kaybetmeden ülkesinin en iyi nişancılarını ve cellatlarını hazırlayarak yola koyulmuşlar. Çöller geçmiş, denizler aşmışlar, sonunda deniz kenarındaki Tersus’ a gecenin en karanlık vaktinde varmışlar. Huzur içinde yaşayan Tersus halkı, o güne kadar şehirlerinde ne bir yabancı görmüşler, ne de bir kötülük. Olacaklardan habersiz olan güzel şehrin güzel insanları en derin uykudaymış.
Uzak ülkeden gelen adamlar sessizce şehrin içinden geçerek Şahmeran’ ın yaşadığı mağaraya doğru yürümüşler. Fakat gecenin karanlığında bir türlü yolu bulamamışlar. Güneş doğmadan mağaraya varamazlarsa bir daha Şahmeran’ ı bulamayacaklarını biliyorlarmış. Şahmeran ve yavrusu sadece mayıs ayının ilk Cuma sabahı mağaranın kapısında yatarmış. Onun dışında yerin altındaki sarayına gidermiş. O saraya Şahmerandan başka hiçbir canlı gidemezmiş. Eğer o gece yavruyu öldüremezlerse bir yıl daha beklemeleri gerekecekmiş. Küçük sultanın ise gittikçe kötüleşiyormuş.
Yolu nasıl bulacaklarını kara kara düşünen vezir ve adamları, uzakta bir karartı görmüşler. Hemen o yöne yürümüşler. Bir de bakmışlar ki eşeğin sırtında bir adam türkü söyleyerek geliyor.
Selam vererek adamı durdurmuşlar. Bir kaç güzel sözden sonra mağarayı sormuşlar. O da hiç düşünmeden iyilik olsun diye yolu tarif etmiş. Adama birkaç parça küçük hediye verdikten sonra, tarif edilen yöne doğru hızla ilerlemişler.
Mağaranın kapısına yaklaştıklarında şafak sökmek üzereymiş. Alacakaranlıkta Şahmeran’ ı ve yavrusunu gördüklerinde, gözlerine inanamamışlar. Birbirine sarılarak uyuyan iki güzeli seyrederken bir müddet ağızları açık kalmış.
Hemen toparlanarak kendine gelen vezir, cellatlarına “Yavru yılanın öldürün kanını altın tasa, bedenini de hemen altın sandığa koyun. Şahmeran saldırırsa onu da öldürün.” diye emir vermiş. Cellatlar önce Şahmeran’ın başına vurarak bayıltmışlar. Güzel yavruyu öldürmek için silahlarını çıkarmışlar, ama bir türlü elleri varmıyormuş. Masumca uyuyan yavruya kıyamıyorlarmış. Sonra da vezir ve krallarının zulmünden korktukları için oracıkta yavruyu öldürmüşler. Altın tasa kanını, altın sandığa da yavrunun ölmüş bedenini koyarak hızlıca orada ayrılarak ülkelerine dönmek için yola çıkmışlar.
Vezir ve cellatlar ülkelerine dönedursunlar. Bakalım Şahmeran uyanınca neler etmiş.
Güneş yükselerek ortalığı aydınlatmaya başlayınca. Şahmeran yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış. Yavrusunu görmek için hemen etrafına bakınmış. Göremeyince telaşla sağa sola sürünmüş. Ağaçların, kayaların, taşların diplerine bakmış. Sonra durmuş, düşünmüş. Yavrusunun öldürülerek kaçırıldığını anlayınca çılgına dönmüş. Üzüntüden kahrolmuş. Günlerce mağarasında gözyaşı dökerek düşünmüş. Düşündükçe de intikam duygusu büyümüş. Böyle bir şeyi kimin yaptığını öğrenmesi gerektiğine karar vermiş.
Şahmeran hiçbir şey olmamış gibi Tersus şehrine gidedursun. Bakalım kralın ülkesinde neler olmuş.
Ülkesine varan vezir hemen Sultanın huzuruna varmış. Bir de ne görsün? Sultanın nazlı kızı perişan durumda ha öldü, ha ölecek. Hemen altın tastaki kanı içirmişler. Ardından da altın sandıktaki etten pişirip yedirmişler. Başlamışlar beklemeye. Bir gün, iki gün derken üçüncü gün Sultanın kızı ölmüş. Sultan kızının öldüğüne mi yansın, yoksa bir canlının boşu boşuna katledilişine mi? Hemen veziri çağırmış “Riyakâr medyumu bulun ve boynunu vurun.” diye emir vermiş.
Sultanın ülkesinde olanlar bunlardan ibaret… Biz dönelim Şahmerana.
Şahmeran yavrusunu kaybetmenin acısıyla yanıp tutuşuyormuş ve bir daha yavrusu olmayacağı için yerine geçecek varisini de kaybetmiş. Tersus’ a geldiğinde olanlardan kimseye bahsetmeden başlamış sorular sormaya. Herkes “Buraya tanımadığımız adamlar gelerek senin mağaranı sormuşlar. Şu uzakta eşeğinin yanında oturan adam var ya, o da mağarayı tarif etmiş.” dediğinde Şahmeran çılgına dönmüş.
Hızlı bir şekilde sürünerek mağarasına gelmiş. Kederler içinde çok düşünmüş. Ne kadar uğraşsa da olanları affedememiş.
Şahmeran mağarasının en sonuna gitmiş ve oradaki tahtına kıvrılmış. Ülkedeki bütün yılanları huzuruna çağırmış. “Tek bir insanoğluna zarar vermeden Tersus’ u yerle bir edin.” diye emir vermiş. Yılanlar Mayıs ayının ilk Cuma günü akşam vaktinden sonra Tersus’ a saldırarak şehri yerle bir etmişler. Tersuslular da karşılık vermiş vermesine ama hiçbir yılan insanlara zarar vermemiş. Karanlık iyice bastırınca Şahmeran ordusuna çekil emrini vermiş. Yılanlar hemen yeraltındaki ülkelerine çekilmişler.
Halktan biri harabe arasında Şahmeran’ı görmüş. Bir de bakmış ki kanlar içinde yerde kıvranıyor. Hemen kucaklayarak dere kenarına taşımış. Yaralarını temizlemiş sarmış. Yeşillikler üzerine uzatmış.
Şahmeran kendine geldiğinde canının acısından mı, yavrusunu kaybettiğinden mi, soyunun tükendiğinden mi, dostlarının ihanetinden mi bilinmez hüngür hüngür ağlamaya başlamış.
Sonra da “Tersus’ u asla affetmeyeceğim. Her yıl Mayıs ayının ilk Cuma günü akşam vaktinden sonra burayı tekrar yerle bir edeceğim; benim huzurumu elimden aldınız ben de size huzur vermeyeceğim.” diye ant içmiş. Sonra da gecenin karanlığında kaybolup gitmiş.
Derler ki Tersus şehrinin adını Tarsus yapmalarının sebebi Şahmeran’ı şaşırtmak içindir. Tersus Tarsus olsa da her Mayıs ayının ilk Cuma akşamında yılanların gelmesinden korkulurmuş.
Yılanlar ülkesinde ki yılanlar da şahmeranın andından haberdar değillermiş. Yoksa intikam için yeniden saldırırlarmış.