Şahid Ol Yarab! (I)
Yapıştı yakama, yalnızlığın kör düğümleri. Âmâ olmadan âmâsı bir ülkenin yollarına düştüm, istem dışı. Yollar bana uzadı; soluklandım, yaprakları dökülmeye yüz tutmuş bir ağacın altında.
“Şahid ol Yarab
Şahid ol Yarab!
Yüreğimde bir ateş peyderpey
Yanıp yakıp kor salan deli divane kıvılcımlar misali kavrulan.
Tutanaksız gönlüme köz,
kulağımda söz olan.” AYSUN GÜL
Güneş yakıyor tenimi sonbaharın kızgınlığını yaşarken. Bir yudum su içiyorum yan tarafı kırılmış mataramdan. Bir taraftan yüzümün kızaran yerlerine serinlemek için serpiştiriyorum. Yalnızlıkta sessizce tefekkürün sesiyle sarsılıyorum anlık zafiyetimle.
Saniyeler saatlere denk oluyor dakikalara sığdıramıyorum içimdeki amansız korkuyu. Gölgesine sığındım hüzün ağacının dile gelip bu sessizliği bozmasını öylesine isterdim ki. İçimden geçenleri deli bir tabiatın çılgınlığa tezahürü olarak düşünüyorum aklımın siteme yaklaşan sınırsızlığında. Dakikalarca beklediğim ses gelmiyor çıldıracak gibi olduğum anlarda rüzgârın kulağımı okşayan sözleriyle irkiliyorum.
Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum engel tanımayan gözbebeklerime yenik düşmemek için çırpınıyorum. Hıçkırıklarım boğazıma düğümlenip kalıyor, nafile bir boyutta. Sukuta erdiremiyordum aklım ve kalbim arasındaki sürtüşmeleri. Etrafımı sarıp sarmalayan cansız zannettiğimiz varlıklar karşısında mahcup bir edayla boyun eğmek zorunda kalışımı içime yediremiyordum.
“Şahid ol Yarab!
Bir sitemdir aldı başını dinlemiyor beni
Gözlerimde bir demlik yaş var.
Köstebekçe korkuları cehillere bırakıp,
Yollarıma insanlığı yığdım…” AYSUN GÜL
Yaratanın ışığının aydınlattığı dünyanın her karşında; dağda, bayırda, otta, ağaçta, yaprakta, kuşta vs. vb.vd. İslam diye çırpındığını fark ediyordum. Bunalıp, sıkıldığım zamanın merhemini artık sürüyordum kalbime. Doğaya serpilen yaşamadığını sandığımız sanılar bile, görevlerinin icrası için durmadan çalışma halindeydiler. İsyansız, külfet görmeden ve istekle yapıyorlardı işlerini.
İbrahim’ce yana yakıla, Yaratanını gerçek ve mutlak varlığı bulmanın akıl almaz sevinciyle, yerimden doğruluyordum. Etrafımda olup bitenlere durmaksızın bakıyordum. Başım dönüyordu öylesine sarhoş olmuştum ki duygularımın şiddetiyle. Haykırarak; “Ey mahbubum! Aşkınla pişir beni, aşkınla esir beni, aşkınla taşır beni” diyerek kendimden geçiyordum. Gözyaşı değirmeni gibi akan küçücük kalp damlacıklarıma hâkim olamıyordum artık.
Beşeri şahsiyetin şikâyetsiz geçirmediği hayatını, nimetlerle kaplayan mahbuba olan asiliğine bir kez daha şaşırıp kalıyordum, yol ortasına yığılırcasına düşerek. Yorgunluktan ayağa kalkamıyordum, bu hissi bir telâşeydi, hiç bitmesini istemediğim.
Ey Gök kubbe! Tarihi insandan eski olan geçmişin abidevi emaneti. Neler gördün geçirdin kim bilir? Ama bir kez olsun görevini ihmal etmedin tıpkı doğadaki tüm varlıklar gibi. İncecik ve zarif duruşunla ibadetini yaptın mahbubuna.
Ya bizler önüme hazır getirilen her şeyi yıktık dağıttık, inanmak bile istemedik, arzu ettiklerimiz hemen olmayınca yasladık sırtımızı Azazil’in sırtına, firavunlaştık acizliğimi kapatmak adına. İbrahim gibi yanmayı tercih ettik dünyalık putlara. Kıramadık ve yenemedik içimizdeki putları.
“Ve koyuldum beklenen arayışlara
İbrahimce sezdiğim anlarıma sığındım
Firaklarımı vuslata bağlayıp
Yağmur oldum İslam memleketlerine…” AYSUN GÜL
O putlardaki İslam dışındaki her şeylerdeki her şeydi. Bazen peygamberden çok sevdiğimiz ana ve babamız, evladımız, elimizden gideceğini bildiğimiz halde taptığımız malımız ve mülkümüz, kendimize bile taptık işte. Başarılarımıza, aklımıza, sevme biçimlerimize. Yokluğu varlığa tercih ettik bir nefeslik zamanımızda.
Rahman olanı kıskandık denizleri Musa’ya yardırdı diye firavun gibi. İsa’ya asasını verdi diye, Lut’un duasına erdi diye, Süleyman’a kurdu kuşu verdi diye,…
DEVAM EDECEK….
SELAM VE DUA İLE