“Sahabenin Adaleti” Görüşüne Eleştirel Bir Bakış…
Sahabenin adaleti(1) görüşü, İslam düşüncesinin oluştuğu dönemden bu yana kesin bir inanç olarak Ehl-i Sünnet arasında benimsenen sabit inançlarından biri olmuştur.
Bu inancın şekillenmesinde, sahabe döneminde cereyan eden bir takım siyasi olayların etkisi görülmektedir. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra meydana gelen olaylar, Muaviye’nin tasallutu ve Ümeyyeoğullarının Müslümanların siyasi hâkimiyetini ele geçirmeleriyle sonuçlanmıştır. Bu dönem süresince siyasi ve iktisadi yapılar ve anlayışlar kadar, fikri ve kültürel boyutlarda da birçok iniş çıkışlar ortaya çıktı. Çok sayıda cinayetler ve katliamlar gerçekleşti. Hz. Osman (a.s)’ın hilafeti döneminde, Ümeyyeoğulları meydanı açık görünce içlerine gömdükleri ihtiras ve arzularını ihya etmeye ve siyasi inzivadan çıkmaya başladılar. Çünkü gerek geç dönemlerde İslam’ı kabul etmeleri, gerekse Mekke ve Medine döneminde Müslümanlara karşı gösterdikleri aşırı düşmanlık ve zulüm ve sonunda da Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından müellefe-i kulûbdan sayılmaları, onlar için utanılacak ve toplum dışına itici amillerdi. Nihayet, Muaviye Hz.Hasan (a.s) ile barış anlaşması imzalayarak kendisini halife ilan etti. Muaviye’den sonra yapılmış olan savaşlarda, suçsuz insanlar katledildi, çeşitli yöntemlerle baskı ve korku altına alındı. Hilekârlık ve propaganda yöntemleriyle sayısız bid’atlar ortaya çıkarıldı. Bu dönemde sahabenin büyük ve takvalı şahsiyetleri Ümeyyeoğullurı cellâtlarınca katledildi.
Böyle bir tarihi miras devralan insanlar o günkü durumu ihtilaf ve olayları elbette tahlil etme ihtiyacı duyacaklardı. Emeviler, siyasi bir hedef olarak hilafet ve saltanatlarının zarar görmemesi, Müslümanların olayları doğru bir şekilde yorumlamalarına ve Emevi soyunun karanlık çehresini ortaya çıkarmalarına mani olmak için çalışıyorlardı. Mesela, Muaviye kendi şahsiyetini korumak, herhangi bir kıyam ve direnişle karşılaşmamak ve siyasi meşruiyetini elde etmek için adamlar seferber ederek geniş çapta yalan hadisler uydurma yoluna başvurmuş ve bu hadisler vasıtasıyla bir yandan değersiz insanları yüceltmeye ve diğer yandan da hayali kahramanlar ve yalancı mitler oluşturmaya çalışmıştır.(2)
İşte bu dönemde Muaviye başta olmak üzere Emeviler, sahabenin içtihadı düşüncesini ortaya atarak bu vesileyle kendilerinin tüm kötü davranışlarını tevil etmeye çalıştılar ve halkı baskı altında tutarak sahabenin şahsiyetinin eleştirilemeyeceği fikrini yaygınlaştırdılar. Böylece halkın sahabelerden bazısının uygunsuz, yersiz davranışlarını yargılamasına ve onlardan birini geçmişi sebebiyle suçlamasına engel olmak istediler. Hatta bununla da yetinmeyip her türlü yanlışlığa bir kılıf uydurabilmek için sahabeden her hangi birine uyulmasının din açısından bir engel oluşturmadığı fikrini yayarak herkesin kendine göre bir din anlayışı ortaya koymasına zemin hazırladılar. Ve böylece sahabenin tamamının adaleti konusunda kelami(3) ve fıkhi görüşler şekillenmeye başladı.
Bu inancın şekillenmesine sebep olan önkoşulları gözardı ederek, bu görüş sahiplerinin maksat ve hedeflerine iyimserlikle bakan sonrakiler ve onların hayırsever niyetler taşıdığını tasavvur edenler ise şöyle bir yorumda bulunmaktadırlar: Tabiiler döneminde ve daha sonraki yıllarda halktan birçoğu, sahabe ve halifeler dönemindeki tarihi olayları incelemeye başladılar. Halkın büyük sahabelerin şahsiyet ve yaşantı tarzı hakkındaki bilgileri artmaya başladı. Sahabenin fazilet veya kötülükleri meclisten meclise aktarıldı. Ayrıca bu dönemde en çok zulme ve baskılara maruz kalanlar kendi haklarını dile getirmeye, zulme uğramış ve hakkı çiğnenmiş biri olarak eleştirilerini ortaya koymaya başladılar. Böylece muvafık ve muhalif olanlar karşı karşıya geldiler. Bu vaziyeti gören bazı âlimler ise bu gidişin hiç kimsenin menfaatine olmadığını görünce, tarihi olayları kapatmak, sahabe dönemindeki kanlı ve acı olayların hükmünü Allah’a (c.c) havale etmek, her iki tarafa da saygıyla bakılmasını ve sahabenin yaptığı her şeyin mazur görülmesini sağlamaya çalıştılar.
Onlar, sahabeye itiraz ve eleştiri kapısının açık tutulmasının ve halk arasında onların tartışılmasının, asr-ı saadetin tarihi azametini tehlikeye düşüreceğini, ilk Müslümanların tüm haysiyet ve hürmetlerinin yok olacağını düşündüler. Böylece bir süre sonra eleştirilmeyen hiçbir sahabe kalmayacak, bu olaylar İslam tarihinin muhteşem kazanımlarını ortadan kaldıracak ve ilk mensuplarının uygunsuz davranışları, zulümleri ve ihanetleri dile getirilen bir dine güven yok olacaktı. Onlar sahabenin şahsiyetinin lekelenmesiyle Kitap ve Sünnet’in de yara alacağını düşünüyorlardı. Çünkü başkalarına şeriat hükümlerini, Peygamber’in hadis ve sîretini nakledenler bu sahabelerdi. Gelecek kuşakların, Sahabe dışında dini hüküm ve marifetleri elde etmek için başvuracakları bir başka merci de yoktu. Dolayısıyla bu Kitap şahitlerinin yara alması durumunda dinin temelleri sarsılacak Kitap ve Sünnet’in etkileri yok olacaktı.(4)
Sahabenin adil/kusursuz (veya sadece içtihat-kusurlu) olduğu görüşüne iyimser bakanların yorumları işte böyledir. Bize göre bu görüş çeşitli boyutlardan kabul edilemez bir görüştür.
Öncelikle böyle bir düşünce, şer’î delil, aklî burhan ve tarihi gerçeklere uymamaktadır. İkinci olarak, masum olmayan insanların şahsiyetine dokunulmazlık vermenin zararı onların şahsiyetlerini yok etmenin zararından daha büyüktür. Üçüncü olarak, böyle bir dokunulmazlık sonucunda sahabelerden her birinin kişisel düşünce, heva ve heveslerine dayalı olarak ortaya koydukları hata, bid’at ve yanlışlarını din olarak, ölçü ve örnek kabul edecek olursak bu, dinin çöküşü sayılır ve bunun tehlikesi Kitap ve Sünnet’in şahitlerini eleştirmenin tehlikesinden daha küçük değildir. Dördüncü olarak, bir grup sahabeye itirazda bulunmak ve onların kötü davranışlarını kınamak bütün sahabeye saldırmak ve onlarla savaşmak anlamını taşımaz. Sahabenin adaletine inanmayanlar da dengeli bir metottan yanadırlar. Onlar da birçok sahabeye karşı ihlâs ve muhabbet dolu kalplere sahiptirler. Beşinci olarak, tarihteki acı olayları dile getirmeyi önlemek için bütün sahabeye dokunulmazlık elbisesini giydirmek yerine, aşırılıklardan uzak, gerçekçi bir tavırla bu konunun ele alınarak incelenmesi, dinin korunması açısından daha sağlam ve doğru bir yoldur. Çünkü din bizzat hak üzere kuruludur ve herkesi hakka uymaya çağırmaktadır. Böyle bir dinin temelinin belirsizlik üzere kurulu olması açık bir çelişki sayılır. Altıncısı, bu örtbas etme yöntemi temelde dinin taşıdığı misyon ve hedeflerle tam bir tezat içerisindedir; çünkü din, zahiri bir zafer ve hakimiyet kurmak yerine insanların az da olsalar hak üzere doğru olarak hareket etmesine taraftardır. Yine din yanlışların üstüne perde çekilerek bir zahiri mevki ve ihtişam kazanma hedefini taşımamaktadır. Kur’an-ı Kerim’de açıklandığı üzere birçok Peygamberin kavminin büyükleri şartlı olarak o Peygamber’e iman getireceklerini ileri sürerek Peygamberden bazı tavizler (örneğin yanındaki fakirlerle ilişkisini kesmesini) istemişler ama peygamberler Allah’ın emriyle hak üzerinde direniş göstermeyi ve sonuçta zayıf durumda kalmayı, onların tekliflerine uyarak haktan taviz vermeye tercih etmişlerdir. Hz. Musa (a.s)’nın sahabelerinin Hz. Musa (a.s) aralarından bir süre ayrılması üzere sapmaları ve Hz. Musa (a.s)’in onların bu sapmalarına göz yummayarak sapıklığa düşen çoğunluğa karşı şiddetle tavır aldığı olayı Kur’an-ı Kerim’de defalarca zikredilmiştir. Bu kıssa bile, bir dinin mensuplarının sapması ve hataları karşısında o toplumun salih ve âlim kimseleri tarafından nasıl bir tavır alınması gerektiğini açıkça göstermektedir.
‘Sahabenin Adaleti’ Görüşünün Siyasî Sonuçları
Kanaatimize göre, sahabenin adaleti görüşünün şekillenme köklerini incelerken, Ümeyyeoğulları dönemindeki siyaset erbabının gözetlediği bir takım hedefleri de göz ardı etmemek gerekir.
Bu görüşün, fikri ve siyasi alanda meydana getirdiği farklı etki ve siyasi sonuçlarından bazıları şunlardır.
1- Sahabeyi asla eleştirmemek, onları emin ve mukaddes saymak, böylece de sahabe dönemindeki karanlık olayları değerlendirmekten ve onların uygun olmayan amellerini örneklememekten Müslümanları alıkoymak.
2- Muaviye’nin saltanatı(5)na meşruiyet kazandırmak, onun kendi saltanatını genişletmek, güçlendirmek ve Yezid’i veliaht olarak seçerek bu makamı Ümeyyeoğullarına kalıcı kılmak için yaptığı bütün sahtekârca işleri, savaşları, isyanları, günahsız insanlara uyguladığı katliamları, bozduğu anlaşmaları, sahabenin iyilerini şehit edişini ve benzeri tüm kötülüklerini Muaviye’nin ve haleflerinin bir içtihadı olarak görmek ve bütün bu olayları onların yalan ve hayali adaleti gölgesinde yorumlamak..
3- Ümeyyeoğullarının düşünce özgürlüğünü yok ederek Müslümanlara yaptıkları baskıyı, Allah’tan gelen bir kaçınılmaz takdir, hatta insanlara verdiği bir nimet olarak değerlendirmek; itiraz edenlere işkence ve baskı uygulamak ve neticede de büyük bir diktatörlük kurmak.
4- Bu görüşü onaylayanlar ve muhalif olanlar arasında ayrıcalık yaratmak, muhalifleri fısk, küfür ve irtidatla suçlamak ve neticede Müslüman fırkalar arasında bir düşmanlık atmosferi yaratarak bu farklılıkları kendi lehine kullanmak.
‘Sahabenin Adaleti’ Görüşünün Akidevi ve Fikri Neticeleri
Gerçi sahabenin adaleti, bu görüşün taraftarlarına göre Peygamber (s.a.v)’e ve ashabına aşk ve muhabbetin bir sembolüdür. Ama bu coşkun duygular, şer-i kaidelere ve akli bir burhana dayanmadığı için inanç ve düşünce sahasında istenmeyen bir takım sonuçlar yaratmıştır.
1- Bu görüşün direkt ürünü masum olmayan insanların şahsiyetinin masum ve dokunulmaz hale gelişidir. Bu mantıksız aşk, akıllara zincir vurmakta, yapıcı ve hedefli tartışma ortamını yok etmektedir.
2- Bu görüşün taraftarları Ashaba isnat edilen bütün rivayet ve hadisleri almakta ve ashabı adil bildiği için de sahabe döneminde ve bizzat sahabeler vasıtasıyla uydurulan hadisleri sahih hadisler gibi kabul etmek ve bunları birbirinden ayırma görevini iptal etmektedir.(6)
Oysa adil sahabelerce nakledilen sahih rivayetlerle hadis uydurma döneminde fasık ve bağımlı kimselerce uydurulup Peygamber’e isnat edilen rivayetler iç içedir. Daha sonraları Ehl-i Sünnet’in inançlarının bir parçası haline gelen nice hurafe ve İsrailiyat da, kendi âlimleri nezdinde kabul gören bu tür uydurma hadislerden kaynaklanmıştır.
3- Sahabeyi adil bilmenin sonuçlarından bir diğeri de, sahabenin Kur’an ve Sünneti anlayışta merci haline gelişi, görüş ve düşüncelerinin şer-i bir hüccet sayılmasıdır. Tabiin ve tabe-i tabiin döneminde ayrı bir yol izlemeye çalışan bazı kimseler sahabeye muhalefet etmekten çekinerek, onlarla uyum içinde olmaya ve kendi görüşlerini onların uygun görüşleriyle güçlendirmeye büyük özen göstermişlerdir. Öyle ki artık sahabeyi taklit ve takip etmeyi bir farz biliyorlardı. Bu sebeple de bazı mezheplerde sahabenin tavır ve sünneti şer-i delillerden biri olarak kabul görmüştür.(7)
Ehl-i Sünnet fıkıh mezheplerinin imamları da sürekli olarak sahabenin söz ve görüşlerini önemsemiş ve şer-i hükümlere ulaşma hususunda bir kaynak olarak kabul etmişlerdir.(8)
Dipnotlar
(1) Adalet Kavramını, sadece bilinen lügat manasıyla değil, aynı zamanda hadis ıstılahında kullanılan ‘Hz. Peygambere yalan İsnad etmeme’ anlamında da kullanıyoruz.
(2) Böylece kendi akıllarınca her açıdan Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları arasındaki savaştan galip ve kahraman olarak ayrılacaklarını zannediyorlardı.
(3) Ahmet AKBULUT, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelamî Problemlere Etkileri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1992
(4) Büyük muhaddis Ebû Zur’a şöyle diyor: “Sahabeden birini eleştiren kimseyi görürsen bil ki o zındıktır. Zira: Peygamber, Kur’an ve hükümleri haktır. Bütün hükümleri sahabeler bizlere ulaştırmıştır. Bunlar bizim şahitlerimizi yaralayarak kitap ve sünnetimizi iptal etmek istiyorlar. Oysa buna kendileri daha layıktır ve onlar zındıktır.” (el’İsabe, 1/18.)
(5) İrfan AYCAN, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebî Süfyan, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2001
(6) İbn-i Esir, Usd’ul-Gabe’nin önsözünde şöyle diyor: “Sahabe de bütün ilm-i rical kaidelerinde diğer ravilerle ortak kaidelere sahiptir. Şu farkla ki; ashabın adil olup olmadığı tartışılamaz. Çünkü onların hepsi adildir ve adaletsizlikle nitelendirilemezler.”
(7) Bilhassa Hanefi’ler açısından Sahabenin de söz, fiil ve takrirlerinin de ‘Sünnet’ sayıldığı malumdur. Nitekim Şatıbi, şöyle diyor: “Sahabenin sünneti kendisiyle amel edilen ve kendisine müracaat edilen bir sünnettir.” (el-Muvafakat, 4/54) Sünnet hakkındaki bu görüş daha çok ve özellikle de raşit halifeler için taraftar toplayabilmiştir. Bu görüşün kaynağı da sözde şu hadistir: “Benim ve raşit halifelerimin sünnetine uyunuz”
(8) Ebu Hanife kıyas ile ashabın görüşünün çatıştığı noktalarda ashabın görüşünü kabul ediyordu. (Ebu Zehra, Ebu Hanife, 304) İbn-i Kayyim’in de dediği gibi İmam Ahmet bin Hanbel’e göre hükümlerin temel öğelerinden biri de sahabenin fetvalarıydı. Hatta Hanefiler ve Hanbelîler sahabenin fiillerini Kur’an’ı tahsis eden (Kur’an’daki genel hükmü geçersiz kılan yani özele indirgeyen) bir öğe olarak kabul etmişlerdir, (el-Medhal-u Devalibi, 217)