Şah ve Sultan
Bir İskender Pala Klasiği Daha...
Ey kader! Canımı sevgili uğruna, feda edesiye kadar işimi rast getir.
Ey kaza! Ya sen, daha ne zamana kadar işimi bozacaksın?... Selimî. Son sayfayı da okuyup, kapağını kapattığımda bir Japon çizgi film karakteri olup, gözümden akarsular boşanırcasına, lacivert bir boşlukta “hüüüüüüü” diye ağlamak istedim. Böylesine yoğun hislerle, edebiyatın zirvesinde, kelimelerin duygularla dans ettiği metinleri ardı arkasına okuduktan sonra doyurucu bir ağlama hissini ancak yeni yapım Japon çizgi filmleri ile tasvir etmekten de hayâ duydum.
Ağlıyordum da nihayet... Ama kime? 500 yıl önce olanlara mı? Ömer’e, Şah’a, Sultana’a Cafer’e, Taçlıya mı? Yoksa en imkânsız durumlarda bile ruhumuzun açlığına dayanamayacağımızı, bir kul olmanın acziyetini yüzümüze bir kere daha “haddini bil” kıvamında vuran Kamber’e mi?
Üstad yine yaktın beni! Bir kere beni aksi ile şaşırtsan, inan bu denli aşk ile yeni romanını beklemiyor, olacağım. “Olmamış işte! Bu sefer, yakalatamadın bana duyguyu, derinliği, aşkı!” deyip, aşkı bulamamanın açısını mazoşistçe hissetmek istedim. Yoksa aşk; aşık olanı maşuktan ayıran şey midir?
İskender Pala’nın her kitabında, onunla birlikte aşkı sorguluyor ve aşkı bulma yolunda yeni bir serüvene çıkıyorum.
“Şah&Sultan”ı almadan önce, İskender Pala’yı Haber Türk’te Serdar Turgut’un programına konuk olduğunda, seyretme fırsatım oldu. Kitaptan yola çıkarak, dönemin iç dinamiklerini, aşk anlayışını anlatıyordu. Serdat Turgut gibi ben de “mum söndü” lafının gerçek mahiyetinin ne olduğunu, o programda ilk defa öğrendim. Zaten kitabı okuyanlar da anlayacaklar ve kelimelerin, inançların siyasi emeller uğruna nasıl bir başkalaşım geçirdiğini kavrayacaklar. Osmanlı padişahlarının eşlerinin, bir yerden sonra Türk olmamasının bir sebebinin olduğunu da ilk defa bu kitaptan öğrendim.
Bu yazıyı yazarken internette, “Şah&Sultan” yazıp ne var, ne yok diye şöyle bir baktım. Bir alevi sitesinde kitabı ve yazarı yerden yere vuran bir yazı okuyunca çok şaşırdım. Oysaki bir alevi aydını olan Reha Çamuroğlu’nun “İsmail”ini de okudum ve konunun oturduğu temelin, aynı olduğunu rahatlı söyleyebilirim.
Anadolu’nun şu anki kozmopolit yapısının oluşumuna sebep olan Safevi Devleti nezdinde, Şah İsmail ile Osmanlı İmparatorluğu nezdinde Sultan Yavuz Selim’in Çaldıran’daki kıyamet gününe gelesiye kadar, karşılıklı yapılan tüm hazırlıkları hem fikri, hem siyasi ve hem de edebi görebiliyorsunuz “Şah&Sultan” kitabında.
“2 Ağustos 1514’de Çaldıran savaşıyla, Safevi Devleti ortadan kaldırıldı.” soğukluğunda öğretilen tarihin içinde aşkların, hırsların, politikanın, provakasyonların ve efsanelerin nasıl yer aldığını görmek ve empati yapma fırsatı yakalatması açısından da başka bir değer taşıyor kitap.
"Ark kazarlar arkın arkın
Felek çevirmekte çarkın
Bu dünyanın mal u mülkün
Vardır diyen yalan söyler Hataî*"
* Şah İsmail Hıtaylı olması hasebiyle, Hıtayî olan mahlasını Çaldıran’daki hazin mağlubiyetinden sonra, Hataî (Hatalıyım) şeklinde değiştirmiş. Buradaki en büyük hatasının savaşa girmek mi, yoksa aşkını savaş meydanında bırakmak mı? olduğunu, kitabı okuduktan sonra sizlere bırakıyorum.
Merhaba,
Kasım 9th, 2010 at 09:38Yazı yayına girerken bazı kaymalar olmuş sanırım. Kırmızı yazı ile başlayan cümlenin son kelimesi "Daha..." dır.
"Ey kader..." kelimesi bu cümleye dahil edilmiş gibi görünse de aslında Yavuz Selimin meşhur beytinin başlangıç kelimesidir. Yani:
"Ey Kader!Canımı sevgili uğruna, feda edesiye kadar işimi rast getir/Ey kaza! Ya sen, daha ne zamana kadar işimi bozacaksın?" Selimî. Şeklinde olmalıydı. Düzeltmeyi bilginize sunarım.
Saygılarımla.