Ruhsuz Şehirler
Sizce bir şehri “şehir” yapan nedir?
O şehre kişilik veren unsurlar nelerdir?
Binaların, kalabalıkların ve trafiğin olması, o yerin şehir olduğunun işareti midir?
Sahi nedir şehir?
İş yerleri çok diye ve özellikle belli günlerde oluşan ticari ve sosyal sirkülâsyonların yoğun hali bir şehir olunduğunu gösterir mi?
Bazıları İstanbul’a niye âşıktır?
İzmir niçin bir başkadır? Ankara’da sanat niçin farklıdır?
Kimileri Paris’i, Roma’yı, Viyana’yı ve hatta Londra’yı niçin unutamazlar?
Niçin bir insan, herhangi bir şehri “ölesiye” sever ki?
O şehrin insan ruhu ve bedeni üzerinde bıraktığı izler niçin silinemez?
Kimilerine göre Beyoğlu denince, akla sadece İstanbul’un bir semti mi gelir?
Koca koca binalar yapabilirsiniz. Küçümsenmeyecek yatırımlara da imza atabilirsiniz.
Bütün bunları şartları müsait herkes yapabilir.
İyi de, o şehre nasıl ruh katacaksınız?
İnsanların nezaketten, zarafetten ve anlayıştan dem vurduğu ve o doğrultuda yaşamaya çalıştığı bir şehri nasıl oluşturacaksınız?
Bir beton yığınını ortaya koyduğunuzda eğer içinde “inleyen nağmeler” yankılanmayacaksa bir müteahhitten ne farkınız kalır?
Şehrin betonlarına, duvarlarına, taştan kalelerine ya da kaldırımlarına ruh katamayacaksanız, hangi uygar şehirleşmeden söz edebileceksiniz?
Hoş bir seda bırakılamayacaksa; o şehrin çimento, çakıl ve kumdan oluşmasının ne anlamı olabilir?
Yaptığınız eserin merkezinde eğer “insan” yoksa neden koyarsınız o taş yığınlarını?
İnsanlık; bir asır öncesinin idarecilerini rahatlıkla unutabiliyor. Ama o dönemin şairini, romancısını, bestecisini, yorumcusunu, ressamını, sinemacısını nedense unutamıyor.
Neden acaba?
Sizce Türkiye’de ve dünyada kaç yönetici bu sorunun cevabı üzerinde kafa patlatıyordur?
Acaba büyük bir çoğunluğu, engel olamadıkları günlük yoğun tempodan başını kaldırıp bu konuya zaman ayırıyor mudur?
Ya da; zamanlarının büyük bir bölümünü işgal eden günlük polemiklerden fırsat buluyor mudur?
Kaç yönetici, otorite alanındaki bölge için estetik, sanat, ruh, duygu gibi insancıl ögeler üzerinde kaygı taşıyordur?
Kaç yönetici; korna sesleri, yola tükürenler, caddede avaz avaz bağıranlar veya aracının müziğini sonuna kadar açarak şehir içinde sözüm ona hava atanlar için kurmaylarıyla toplantılar düzenliyordur?
Bırakın bütün bunları… Kaç yönetici, toplumun cehaletini ve kabalığını bertaraf için projeler üretiyordur?
Sanırım günümüzde çimentoya değil, insana öncelik veren yönetim anlayışına daha çok ihtiyaç var.
Kültürün ve sanatın gücünü o şehre enjekte edebilecek ve bu süreçte ufak-tefek engellere taviz vermeyecek ufku geniş yönetim felsefesine ihtiyaç var.
Yeteneklerin ve olabilecek güzel hadiselerin önünün kesilmesi, günübirlik düşünen basit insanları memnun edebilir.
Eğer onların memnuniyeti, yetkili mercide olanlara iyi geliyorsa, betonun hâkimiyeti sürüyor demektir.
Zaten “Bir şehri şehir yapan betondur.” anlayışı hüküm sürüyorsa, yapacak çok da bir şey yoktur.
Şehri şehir yapan o şehri sevebilmektir... Kendinden birşeyler bulmaktır... Ait olabilmektir...
Ağustos 26th, 2010 at 20:39Yaşamak gerek bu durumu ne kadar anlatılsa da dünya güzeldir, gezilmeli, görülmeli, tecrübe edilmeli. Ama en güzeli yine insanın ait olduğu ya da ait olduğunu hissettiği topraklar değilmidir?
Saygılar...
Nurdan Hanım; yorumunuza çok teşekkür ederim. Çoktandır yorumlara bakmamıştım. Düşüncelerinize katılıyorum. Kendimizden bir şeyler bulmak o şehri gözümüzde anlamlı kılar. Aidiyet duygusunu tatmak önemli... Zaten bu sürece katkı sunması için sanat vazgeçilmezdir.
Ekim 24th, 2010 at 12:47