Parayı Veren Düdüğü Çalar
Küreselleşmenin en önemli sonuçlarından birisi de toplumların üstyapı öğelerinden olan kültür ve sanatın dünya ölçeğinde standartlaştırılmasıdır. Bu çalışmalar ise genel olarak çok uluslu şirketler aracılığıyla ve sponsorluk sistemi işletilerek yürütülüyor. Sponsorluk, “ Bir girişimi destekleyen veya finansmanını yapan, garantör” olarak tanımlanıyor. Latince sponsor: Kefil, rehin/ spondere, spons: mukavele yapmak, ant içmek, kefil olmak, söz kesmek ve töre gereğini yapmak anlamlarına geliyor. Bir de sponsor bir başka anlamıyla da “vaftiz babası” olarak geçiyor.
Öyle basit biçimde söylendiği gibi, şirketlerin halkla ilişkiler, kendini tanıtma, imaj oluşturma veya var olan imajını olumlamak için giriştiği bir etkinlik değil sponsorluk. Bunlar işin hep yüzeysel kısmı. Ülke içinde iktidar, uluslar arası alanda da küreselleşmeyi yönlendiren hegemonyacı güçler için siyasal hedeflerine yönelik derinlemesine etkili bir araçtır sponsorluk.
Artık her şeyin bir sponsoru var: futbol takımlarının, olimpiyatların, televizyon dizilerinin, sivil toplum örgütlerinin, sanat-kültür dergilerinin, bilimsel konferansların, arkeolojik kazıların, kültür-sanat festivallerinin, etkinliklerinin, hatta belki inanmayacaksınız ama NATO’nun bile.
Ekonomik sömürü ve siyasal erk artık yetmiyor sermayeye. Bunun içinde yukarıda tanımlarını verdiğim sponsorluk kavramını soktular yaşantımıza. Sponsorluk aracılığıyla, kültüre, sanata, bilime, sportif faaliyetlere, dayanışma mekanizmalarına, kısacası toplumsal dokunun derinliklerine nüfuz ediyorlar. Gözetimleri ve destekleri olmadan adım atamaz hale getiriyorlar sizi.
Zaten vergiden düşecekleri birkaç kuruş sponsor şirketler için mali bir külfet de oluşturmuyor. Ama ya getirileri? Sponsorluğun firmaya sağladığı reklam bir yana, şirketin kazandığı “hayırsever, sanatsever, bilimsever, kültürsever, vb” gibi sunumlarla rakibini zora sokmanın zaferini değişirler mi bir şeye?
Perdeniz bir şirketin maddi desteği olmadan açılamayacaksa, derginiz basılamayacaksa, kazınız tamamlanamayacaksa, laboratuar malzemeleriniz yenilenemeyecekse, istihdam ettiğiniz araştırmacıların iaşeleri ödenemeyecekse… o zaman işte sanatsal- kültürel- bilimsel ya da toplumsal aktiviteniz ister istemez “zengin adam”ın güdümüne girer. Sınırları sponsorunuz çizmeye başlar.
Ignacio Ramonet; “Ortaya çıkan ekonomik ve teknolojik gelişmeler nedeniyle iletişim alanı haberleşmeyi ve kültürü kendi içine alıp eritme, böylelikle de küresel ve evrensel tek olan yaratma eğiliminde; Bu Amerikan esinli, tüm gezegen ölçeğinde bir tür kitlesel iletişim kültürüdür. Ve her çağda, her egemen eğilimin yaptığı gibi bugün de içinde yaşadığımız dönemin vazgeçilmez, kaçınılmaz, mutlak ve değişmez olduğu konusunda yoğun bir propaganda yapılıyor. Oysa ki ekonomik, siyasal ve toplumsal bağlamlarda küreselleşme sürecinin kıyameti tüm alametleri, kapitalizmin bu son safhasının doğrudan ürünü olan kitle iletişim kültürünün ve pazarlama ağırlıklı sanat üretiminin de kendi içinde giderek yükselen alarm zilleri çaldığını söylemek mümkün.” diye betimliyor. Zaten sanatın sanat olmaktan çıkarılıp pazarın gereksinimleri doğrultusunda biçimlenmeye başlanması bir çıkmaz sokaktır artık.
Adorno; “Kültür, sanayi yüceltmez, baskı altına alır” derken, Horkheimer; “ Dünya, kültür sanayinin süzgecinden geçerek yönetiliyor” demektedir. Durum böyleyken doğal olarak kültür endüstrisi her şeyi birbirine benzetir. Her alanın kendi içerisinde ve diğerleriyle uyum içerisinde yaşamasına hizmet eder. Yani kültür sanayisi taklidi mutlak diye koyar ve herkeste buna uyar.
Egemen sistemin sunduğu standart bir paket vardır ve bu paket sayesinde kitleyi belirli standartlara sokmaya çalışırlar. Bunları tüketmelisin, bunları izlemelisin, bunları dinlemelisin, bunları okumalısın, bunları yazmalısın… vb. Adorno’nun deyişiyle, “Kültür endüstrisi, müşterileri tarafından yönlendirildiğine ve onlara kendi istedikleri şeyleri sunduğuna yeminle inandırmaya çalışır bizi. Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydururur… Böylece, kültür endüstrisi yöneltmiş olduğu milyonların bilincini ve bilinç altını yönlendiriyor olmasına rağmen kitleler birinci değil, ikinci role düşerler ve hesaplanabilir nesneler, makinenin tali parçaları olurlar. Tüketici, kültür endüstrisinin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi hükmedici ya da özne değil, aksine nesnedir.”
Yaşantımızın tamamıyla birlikte, kültür, sanat ve edebiyat cephesinin de magazinleştirildiği ve magazinleştirilen hayatın en önemli araçlarının da pazarlama ve sansasyon olduğu koşullarda; her şey piyasa ekonomisinin tahribatından payına düşeni alıyor. Gerçek sanatçılar, edebiyatçıların isimleri dahi duyulmazken sermayenin güdümündekiler üst sıralara oturabiliyor.
Epictetos’un “Öküzlerle domuzlar konuşabilselerdi, konuları hep ot ve yem üzerine olurdu. Mideleri için yaşayan insanlar onlardan farksızdır” sözlerindeki gerçekle çevrelenmiş sponsorluk çılgınlığı babındaki karanlık, hiçbir nedenle rasyonalize edilemez. “Servet pek çok kötülüğün örtüsüdür” saptamasıyla nitelenebilir sponsorluk. “Hiç kimse, öyle olmadığı halde, kendini özgür sanan birinden daha köle değildir. Çünkü ödüllendirilmek, bir yargıcın mülkü olmaktır” der John Berger ve Ernest Renan, “Ahlakta da, sanatta olduğu gibi, hiç konuşulmaz sadece yapılır.” Yine Hegel’in deyişiyle, “Biri özü kendi için olmak olan bağımsız bilinç, diğeri ise özü bir başkası için yaşamak ya da olmak olan bağımlı bilinç; birincisi Efendi, ikincisi Köledir…”
Kültür dünyamız öyle büyük bir kuşatma altındaki, bu kargaşanın içinde büyümek, boy atmak, temiz kalmak zor. Kavramları alt üst etmeyi çok güzel becerdiler. Örneğin; şimdi ilerici olmak için geriyi savunmak gerekiyor. Solculuk artık tutuculuk oldu. Değişimden yana olduğunu söylüyorsan, liberalizmin tezlerini birbiri ardına dizecek, sınıflar meselesini unutacaksın. Açlığa, yoksulluğa burun bükecek, otomobil satışlarındaki artışla, borsayla ilgileneceksin. Kavramların böyle ters yüz edilmesi işte bu sponsorluk ile sağlandı ve devam ediyor.
Sponsorluk sistemi sanat ve edebiyatta kalitenin düşmesi adına çalışıyor adeta. Kalitesiz olana verilen prim bunun en güzel göstergesi değil midir? Pop kültür diyorlar, kendi başına, kendi sığ sularında belki çekilir bir şey, ama edebiyatın, sanatın bütün alanlarına üstelik de çok renkli, çok alaca bulaca ideolojik renkleriyle sızınca iş karışıyor. Öylesine bulaşıcı ki, bakıyorsun, en ustaları bile kendi kolaycılığına çekiveriyor. Birinci tür “halkın anladığı gibi olmak” sloganının peşine düşüyor, zaten halkın da pek bir şey anlamayacağına inanıyor. İkinci tür, halkla farklı, ilişkisiz, abuk sabuk, üretmeye değil, bir araya getirmeye, montaja, rastgeleliğe dayanan tuhaf işler sunmakta. Tabii her iki türün de sponsorları ve bu desteğin, ortaya çıkan işlerde görünmeyen, yapılan işlerde ise kendini net gösteren nedenselliği var.
Aslında durum böyle olsa da sanatın ve edebiyatın kendi gelişme çizgisine, kalitenin eninde sonunda galip geleceğine inanıyorum. Hiçbir akım, kendini gerçeklerle sınamaktan kurtaramamıştır. Gerçek de bu akımlarla sınar kendini zaten. Bir düşünün bakalım savaşa gözünü kapatabilecek bir edebiyat, sanat olabilir mi? Olmaz tabii ki. Ancak yazar inatçı olmalı. Sadece sadece iyi eserler vermeye odaklanmalıdır. Zira bir gün gerçek galip geldiğinde onlar asıl olmaları gereken yere gelecek, diğerleri çöpe atılacaktır.
Hayatımız hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı. Acılar, açlıklar, zorluklar, sıcak, soğuk, işkence, ölüm… aslında insanlık açısından düşünüldüğünde o kadar da üstesinden gelinemeyecek şeyler değillerdir. Neyle savaşacağın, neyle nasıl karşılık vereceğin belli gibidir. Ama şimdi karşılaştığımız tehlike, doğrudan beyinlerimize yöneliyor. Ruhumuzu başka yerde aramaya gerek var mı bilmiyorum, şimdi tehdit altında olan ruhumuzdur. Ve onu satalım diye yüksek ücretler öneriyorlar bize. Ama ne yapıp edip kurtarmalıyız ruhlarımızı. Yoksa çıkamayacağız yarınlara. Hele insan içine hiç çıkamayacağız.
Arzu Kök