OYM’ler Kalksın mı?
Türkiye insanı kadar düşmanlıkları, dostlukları, tehlikeleri, tehditleri abartan başka bir halk, millet yoktur. Ne de olsa "amanın düşmanlar geldi" diyerek halkın
dikkatlerini "düşmana" odaklayıp kirli emellerini gerçekleştirenler her zaman kazançlı çıkmışlardı.
"İrticaı 1. tehdit" ilan edenlerin sonra hangi ahlaksızca para transferlerine simsarlık yaptıklarI biliniyor. Yine “PKK bizi bölüyor” diyenlerin gerekli önlemler yerine kirli savaşla hangi silah ihalelerini, hangi uyuşturucu trafiğini ele geçirdikleri de biliniyor. Keza Yunanistan'la savaş çıkarmak isteyenlerle Çiller'İ İran’ı vurdurtmaya ikna edenlerin ne gibi pisliklere bulaştıkları artık kitaplarda yerini aldı.
Bu sebeple biz, ederinden fazla tehlikeli veya yararlı haberlere rezervliyiz.
CMK 250. maddeden söz ediyorum,
Hani şu Özel Yetkili Mahkemelerin durumunu düzenleyen madde,
Başbakanın emriyle PKK/KCK ile görüşen MİT müsteşarını şüpheli diye ifadeye çağıran, “gelmezlerse yakalayın getirin” fermanını çıkaran ÖYM'ler.
Aslında her ülkenin özel yetkili yargısı vardır, olabilir. Bu mahkemelerin bulunması bizim gibi "ağır suç(lu) t/üretme" konusunda adını dünyada 1. sıraya yazdırmaya hevesli ülkelerde korkunç hak ihlallerine sebebiyet vereceği gibi, büyük olayları önlemeye de yarayabilir, artık "düzen" neyi gerekli görmüş ise. Cumhuriyet döneminin hiçbir kesitinde bu ülkenin yargısı asla bağımsız ol/a/mamıştır. Daima "derin cumhuriyet(çilerin)" yanında yer alan yargımız, devleti milletten korumayı esas almış ve cumhuru asla muteber görmemiştir.
Yılmaz Ensaroğlu’nun da belirttiği gibi “Divan-ı Harbi Örfi’den İstiklal Mahkemelerine, Sıkıyönetim Mahkemelerinden Devlet Güvenlik Mahkemelerine ve nihayet bugünlerde tartışmaların odağına oturan Özel Yetkili Mahkemelere varıncaya değin, tüm bu istisnai yetki kullanan mahkemelerin hepsi, özellikle devleti korumaya yönelik olarak kurulmuş ve çalışmışlardır.” Vatandaşı ‘düşman’ telakki eden İnönü, vatandaşın ‘kontrol altına alınması’ adına yargının despotça uygulamalarda bulunması için az çaba göstermemişti.
Atatürk döneminde Atatürk'ün emrinde, İnönü döneminde İnönü'nün emrinde, zaten uzun yıllar süren darbelerden belini doğrultamadığımız yıllarda da cuntanın emrinde olan yargımız, derin cumhuriyetçilerin-Kemalizm’in emrine amade olmaktan hep gurur duymuştu. Yoksa daha yakın geçmişte askerin verdiği brifinglerde ayağa kalkarak tempo halinde alkışlarla cuntaya destek verirler miydi? En son yüksek yargı kendi meslektaşlarını hunharca katleden Alpaslan Aslan için "Allah-u Ekber, biz Allahın askerleriyiz dedi" diyerek arkadaşlarını öldüren birisinin asıl amacı bilinmesin diye hedef şaşırtırlar mıydı? Ya da "vampirler, militan demokrasi, habis urlar" zırvaları bir yüksek mi yüksek! yargı mensubu tarafından hukuk literatürüne dahil edilir miydi?
İste bugünlerde bu yetkilerde donanan Özel Yetkili Mahkemelerle (ÖYM) ilgili yeni bir düzenlemeye gidiliyor. Önce tamamen kaldırılacağı söylenen, sonradan yeni bir düzenlemeye (siz buna yetki sınırlaması deyin) gidileceği ifade edildi. Şimdi gelinen nokta ise ÖYM’lerin kaldırılacağıdır. Her ne ise yapılacak olan düzenleme, ÖYM’lerin toplumda oluşan "yetkilerini kötüye kullandıkları için hükümet tarafından değişikliği istendiği" kanaatini gidermiyor. Yani toplumun önemli bir kesimi "ÖYM’lerin böyle yetkileri varken 'birilerinin istikbali adına' hükümeti sıkıştırarak istediklerini elde etmek için yetkilerini aşıyor." düşüncesine kapıldı.
Oysa Türkiye'de CMK 250'ler kurulduğu 2005 yılından itibaren tek tek çete, mafya, cunta benzeri yapılar dağıldı. Bu mahkemeler kurulduktan sonra 2007'de işlevselliğini yerine getirdi ve Türkiye'de organize suç şebekelerini yok etmek için görevlerini tam olarak yaptılar.
Biz mafya ve çete liderlerinin Çankaya’da ağırlandıklarını unutmadık. Sedat Peker’in davetlerine iştirak eden siyasetçileri, bakanları, generalleri de unutmadık. Bu çetelerin Ankara Emniyetine ek bina yapacak kadar ‘VİP’ muamelesine tabi olduklarını ise hiç unutmayacağız.
Bu başarılara imza atan ÖYM’ler daha sonra kamuoyunda “ellerindeki yetkiyle MİT üzerinden başbakanı tutuklamaya kalktılar” endişesine sebep oldular. Kabine üyelerinden bazıları ‘ÖYM’ler hadlerini aştı’ derken bu endişeye sahip olduklarını dile getirmiş oldular.
İşte bu ÖYM’lerle ilgili tartışmaların yapıldığı bir dönemde Sayın başbakan "alacaklarsa beni alsınlar" derken hem 7 Şubat 2012 krizinin kendisine yönelik bir hamle olduğunu ve hem de ÖYM’ler konusunda nerede durduğunu ortaya koydu.
Toplumda ÖYM savcı ve hâkimlerinin Hizmet adına hareket ettiklerine dair ciddi kuşkular var. Bu kuşkuların giderilmesine yönelik nelerin yapılması gerektiğini bilmemekle beraber Hizmete yakın yazarların ÖYM’lerin olduğu gibi kalmasını savunmaları söz konusu kuşkuları güçlendirmektedir. Ancak,
Hizmeti temsil ettiklerine inanmadığım birkaç yazarın ÖYM'ye bu kadar sarılması onların Başbakan'dan daha çok şey bildiği, ya da başbakanın onlardan daha az duyarlı olduğu anlamını çıkarmak abestir. Ülkenin başbakanı demokrasiyi askıya almayı hedefleyenlerin, kendisini devirmeye çalışanların yararına olacak bir düzenlemeyi yapacağına kimse bizi inandıramaz.
O halde,
Bu ‘çevre’nin ısrarla 250. maddenin olduğu gibi kalmasını istemesi vatanseverlik, demokratik hassasiyet, cuntaya karşı dikkatli olmakla açıklanamaz.
Ayrıca bununla ilgili şu iddialarda da bulunalım:
Bu yazarlar ve hizmet ettikleri ‘çevre’ ülkenin demokrasisine duyarlı olacak ama başbakan bu duyarlılığa sahip olmayacak ya da başbakan bu ‘çevre’nin bildiklerini bilmeyecek yahut da bu ‘çevre’ tehlikenin farkında ama birileri başbakanın bu tehlikeyi görmesine engel oluyor!
Yok öyle şey,
Olaya “birilerinin” görmemizi istedikleri yerden değil de olup bitenleri alt alta koyup toplayıp oradan ÖYM kavgasına bakar isek asıl amaç anlaşılır.
Emre Uslu "Ak Parti 35. maddeyi değiştirip darbeleri önleyeceğine 250. maddeyi değiştirip darbecileri ödüllendireceğini" ifade ediyor. Hükümete yakın kaynaklar "250. madde ile yargının hükümete darbe yapmasının önüne geçiyoruz" diyor. Bu kadar farklı ve zıt yorumlara rağmen siz eğer ülkenin son 30-40 yılını iyi biliyorsanız bununla asıl nelerin döndüğünü, döndürülmek istendiğini bulabilirsiniz.
13 Eylül tarihinde internet ortamında servis edilen MİT-KCK görüşmelerinin ses kaydından sonraki sürecin bugün ÖYM’lerle bir şekilde alakalı olduğu kanaatindeyim. Hem o dönem ve hem de 19 Ekim 2012 Çukurca baskınından hemen sonra bazı köşe yazarlarının yazdıklarını 28 Aralık Uludere baskını ile ilgili olarak yazdıklarıyla beraber okunursa “cemaat/Hizmet adına” birilerinin durumdan vazife çıkardığı görülmektedir. Daha önemlisi bu yazarların 7 Şubat MİT-Yargı krizindeki yazı ve konuşlanmalarına bakıldığında Hizmeti töhmet altında bıraktıklarını da görebiliyorsunuz.
Yazıyı hazırlarken Fehmi Koru’nun nefis bir tespitini okudum. Olup bitenleri cemaat/Hizmetle ilişkilendirmeyi hedefleyenlerin “cemaatten/Hizmetten olmadıklarını” ifade ettikten sonra -benim de yukarıda kendisinden ödünç olarak kullandığım gibi- bunları “çevre” olarak adlandırmış.
Sayın Koru’ya kulak verelim;
“Geçmişte de hükümetin bazı tasarruflarından rahatsızlık duyduğu, AB kapsamında değiştirilmek istenen bazı maddelerin ifade biçimine itiraz ettiği olmuştu ‘Cemaat’ denilen yapının; rahatsızlığını yayın organlarında olağanüstü nazik ifadelerle gündeme getirirken itirazın hukuki gerekçeleri eşliğinde alternatif madde tekliflerini değişik kanallardan hükümete ulaştırmıştı.”
Düşmanına seviyeli eleştiri getiren Cemaatin Türkiye Cumhuriyeti başbakanını bu üslupla eleştirdiğine inanmamızı isteyenler çok beklerler. Fehmi Koru’yla devam ediyoruz;
“Sözün kısası, belirli bir ‘çevre’ tarafından şimdilerde ‘Yoksa darbe olur ha’ tehdidi eşliğinde yürütülen kampanya, eleştirilerin dozu ve kullanılan (veya kullanılmayan) yöntem yüzünden ‘Cemaat’ yapısının işine benzemiyor.”
Fehmi Koru açıklamasa da bu “çevre”nin kimin çevresi oldukları konusunda fazlaca zorlanacağımızı zannetmiyorum. Bunun için Hakan Fidan’ı İrancı, şeriatçı, Gülenci gösteren İsrail’in sazını ellerine alanlara bakmak yeterli.
Bunlar ÖYM’leri demoklesin kılıcı gibi “birilerinin” boynunun üstünde tutmak istiyordu ve kanaatim o dur ki buldukları ilk fırsatta Sayın başbakana bir “çizik” atmayı düşünüyorlardı. Hamdolsun ki tutmadı. Anladığımız o ki mesele çok “derin” çok…
NOT:
Geçen Çarşamba günü (27 Haziran 2012) oğlumun düğünüydü. Düğüne gelen, gelmeyip çiçek gönderen, arayıp tebrik ve dua eden, bilahare kutlayan bütün dostlara Rabbim iki cihan saadeti nasip etsin. Herkese müteşekkirim, onur verdiniz.