Otorite ve Anarşi: Özgürlük (II)
İnsan özünün gürleşmesi ve ruhun belirginleşmesi “kişinin istediğini yapması” olarak anlaşılmaması gerekir. Özgürlük kesinlikle diyebiliyoruz ki; kişinin her dilediğini yapması değildir. Özgürlük; istediğin her şeyi sınırsız yapmak ve soytarıca bir hayat sürmek olsaydı; şüphesiz ki hayvanlar en özgür varlıklar olurdular. Hayvanlar özgür değildirler, onlarda “öz” değil içgüdü (çevreye göre yaşama) vardır. Onlarda “öz” yoktur. İnsan da ise “öz” vardır. Kelime anlamında da anlaşılabileceği gibi bu “öz”ün yakalanması “gür” bir şekilde ortaya çıkması özgürlüktür.
İnsanın özü canlıdır, dinamiktir. Ne yazık ki bembeyaz bir yaprak gibi olan İnsan zihni/aklı/düşüncesi/özü veya ruhu deneylerle/tecrübelerle doldurulur. Bembeyaz sayfaya ne yazılırsa o İnsan ölene dek orada öylece kuruyup kalır. İnsan doğarken bembeyazdır-saftır. Çocukluk devresinde ona diretilen ne varsa zihnine kayıt edilir. İnsanın saf zihni çevredeki bilgilerle kaplanınca özgürlük de tamamıyla sınırlandırılmış olur.
Ergenlik denilen çağda çocukluk devri biter yeni bir devir başlar. Özünü yitirmiş olan birey kendine yeni bir kimlik arayışına girmek zorunda kalır. Çocuk özgür değildir sadece öz’ün şekillenme devridir. Tamamıyla içine kapanıp öylece çevredeki modellerden etkilenen insan; hep taklit edebileceği birini aramak zorunda kalır.
Marksizm’in tarihe hesap vermesi gereken noktalardan birine temas etmek istiyorum. Marks Filozoflar şimdiye kadar açıkladılar, biz değiştireceğiz ilkesi tabu haline getirilip Felsefe bir öcü, boş anlamsız bir sorgu gevezeliği gibi anlaşılmasına yok açmıştır. Marks’ın büyük hatalarında biri olan bu davranış, kişinin özünü bulmasına da engel teşkil edebileceği bir gerçektir. Felsefe, hayata saf zihinle, bütün tecrübe-i ve deneysel bilgilerden arınarak her şeye ilk görmüş gibi bakmayı öğrenme sanatıdır. Felsefesiz bir hayat demek özgürlüğün yok olup tamamıyla vahşi ilişkilerin gelişmesi demektir.
Özgürlüğün var olabilmesi için kişinin bütün çevre şartlarına sorgu ile yaklaşması ve kendisine özgür bir kimlik inşa etmesi gerekir. Yoksa emek-sermaye sentezi ile veya bilimsel-katı şartlarla özgürlük insanın özünün içgüdüsel bir hayata dönüşmesi demektir. Felsefenin özgürlüğün anahtarı olduğunu hatırlattıktan sonra insanı çevreleyen kirlilikten söz açmak istiyorum.
Marks’ın tarihe uyguladığı diyalektik materyalizmi tümüyle kabul etmekle beraber, özgürlüğün kesinlikle salt emek karşılığını almakla olamayacağını kabul etmek zorundayız. İnsanın saf zihni; aile, çevre, devlet ve bütün otoriter tecrübelerin şekillendirdiğini tartışmaya götürmez bir gerçektir. İnsanın özünde hiçbir tabu-dogma yoktur. Onu yaratan ile besleyen insandır. Zihnini dokunulmaz kurallarla babadan devir alan insanın bunları kaldırmak için mücadeleci bir sorguya ihtiyacı vardır.
Zaten eğer otoritelerin çöktüğü bir komünde, kesinlikle insan ergenlik çağına kadar korkusuz bir şekilde özünü bulacaktır. Bireyi sarmalayan dokunulmaz dogmalar sayısızdır. Hepsi birbirinin türemesi olmasının yanı sıra çok farklı şekillerde insanı şaşırtmaya da müsaittir. Dinin tabuların başında geldiğini hiç kimse inkâr edemez. –Din afyondur- sözü doğrudur ve yerindedir. Bu söze mutlak derece keskin bir kural olarak anlamamak için şöyle bir örnek verelim: Uzakta gördüğünüz ormanda ki bütün ağaçlar yeşildir. Yapraklarda yemyeşildir. Aristoteles’in temelini attığı mantıkta da bu yöntem esastır. “İnsanlar ölümlüdür, o halde Aristo ölecek” mantığı bizce doğaya aykırıdır. Ormanın bütün ağaçlarının yaprakları yeşildir, oysa yakınına gidip ormanı gezdiğinizde bir tane bile olsa bir sarı yaprak görebilirsiniz.
–Din afyondur- bu mantıkla gidersek gerçekten çok önemli bir ipucu yakalarız. Ancak din halkın %99’u için afyon olsa da %/1’i için afyon değildir. Din İbn-i Arabî için afyon değildir. Hz. Muhammed için afyon değildir. Ancak bütün halklar için tabudur ve aşılmazdır. Her zaman keskin-radikal söylemlerden kaçışmak, onda bir şüphe payı bırakıp birazda doğal mantıkla hareket etmek daha uygundur. Gerçekten de hiçbir din kurucusu dini değil kendisini bulmuştur. Her din önderi kendi çağı içinde öğrenilmelidir. Dinden kastım sadece tanrı buyruklarına bağlı kurallar manzumesi değildir. Laiklik, Pozitivizm hatta Materyalizm bile din olabilir.
Bilimler bazen dinsel bir inanç haline gelebilir. Aristo’nun dünya merkezli evren görüşü bir bilimsel veriydi ancak onun Kilise tarafından diretilmesi tamamıyla tabuydu.
İnsanın zihnini sınırlayan ve özüne ulaşmasını engelleyen birçok dogmadan söz ettik. Dogmalar insanın içinde şekillenmez. Tamamıyla ampirik süreçlerle dıştan insanın zihnine bulaşır. İnsan zihni her ne kadar beyaz sayfa gibi olsa da onun da bir şablonu vardır. Bazen içine almadığı şeyler olur. İnsan zihnine önceden bulaşmış dogmalardan yola çıkarak yeni bilgilere karşı çıkması onun gelişmesini engeller. İnsanı toplumun şekillenmiş otoriteleri arasında bırakan somut dogmalar zihni şekillendirir. İçteki dogmalar birer duygu haline dönüşebilir. somut toplum dogmalarından söz açmak istiyorum.
Aile çocuğa kapalı bir iç kuşatmadır. Duygusallıklarıyla devlete destek veren din gibi anne her zaman aile ölçütlerinin bir din temsili yetidir. Çocuğa sevgisini kendisine itaate çevirip tıpkı çarmıhta sizin için öldüm bana tapın der. Mülkiyet ailenin iç özeli olduğu için miras yolu ile tamamıyla egoist ve halk yardakçısı çocuk hazırlamaya yarar. Mülkiyet çocuğa bekçiliğini yapacağı şeyleri öne sürerek insanın özgürlüğünü kısıtlar. Yine çocuğun toplum arasında eşitliğe sahip olmadığı arkadaşlarına kıskançlığı kabarır. Çocuk aristokrat bir ailede ise kendisni diğerlerinden farklı görüp kendisine sülaleye dayalı bir kimlik bulur. Ve onu muhafazaya hazırlanır.
Diğer çocuklardan daha aşağı hissi ise çocuğu bir çelişkiye sürükler. Ailesiyle parlak diğer çocuklara karşı bir kıskançlığı deneye dayalı olarak ortaya çıkar. Çocuğun çelişkili bir dünyada-çevrede oluşması mümkün değildir. “Özgürlüğünün olgunlaşması için daha çok beklemesi gereken çocuklar bu sefer “öz”ün gürlemesi yerine “kıskançlığın-yarışın” gürlemesi” meydana gelir. Çocuğun erginliğe adım atarken “ben kimim?” demesinin en büyük nedeni çelişkili bir hayatta yaşayıp hep yarışa kendisini kaptırıp özünü kayıp etmesinden kaynaklanıyor. Geçmiş evliyaların on yıllarca çöllerde sessizce gezmesi, peygamberlerin hep bir tenha yer araması bizlere çok şeyi öğretmiş olmalıdır. Zira sessiz kalmak kıskançlığın, kinin, nefretin, karşılaştırmanın, taklidin yerine; tamamıyla doğal süreçlerle özünü dinlemesi ve onunla baş başa kalmasıdır. Toplum ne kadar çok çelişkili ve kalabalık ise o kadar çok az özgürlük olur.
Kolektivist-Anarşizmin burada ön gördüğü şey insanların yetiştirilmesinden tutun yaşamasına kadar herkesin emek-sermaye çelişkisinden kurtulup tamamıyla “yaşamak için çalışması”, başkasına malıymış gibi bakıp kendisini onda görmek istememesi, özgür insanların türeyip toplumsal eşit-özgür bir dünyanın meydana gelmesidir. Bireysel-Anarşizm’in yapması gereken, kendi özgürlüğü yerine bütünsel bir enerjiye yükleyip Kolektivist-Anarşist bir ruh meydana getirmesidir. İnsanlığın tek başına yaşaması mümkün olmadığı için çözümler bireye yönelik olmakla beraber topluma uygulanabilecek çözümlerinde üretilmesi şarttır.
Baba-Anne aslında hayatlarında yapamadıklarını çocuklarında görmek isterler. Bir baba doktor olmak istemişse ve başarmamışsa çocuğunu ona yöneltir. Annenin tercihi öğretmenlik ise bu sefer çocuk ikili-çelişkili bir zihin meydana getirir. İki şeyi aynı anda yapamadığı için özünü de unutur. Babalara-Annelere öğüt vermek ve onlara çocuklarının isteklerine karışma demek elbette güzeldir.
Ancak kahraman olan babadır, şevkatli olan ise annedir. Çocuğun örnek alacağı kişiler ise onlardır. Çocukluk-Gençlik ailedeki fertler dışındaki diğer bireyleri hep takip telaki ettiği için kısır isteklerle “öz” benliğini unutur olur. Ne kadar özgürce tercihler verdiğini sansa da tamamıyla zihnine kazınan çevre tercihlerinden öte bir tercih yapmıyordur.
Çocuk yaşlarda aileden uzak yaşayıp yerleri sık sık değişken çocuklar daha özgür olurlar. Bilgelerin hayatlarına baktığımızda ne kadar ailesiz yaşamışlarsa o kadar çok özlerini yakalamıştırlar.
Hz. Muhammed babasız-annesiz aynı zamanda sık sık yer değiştirdiği içindir ki çağların içinde özgürlüğü ifade eder benim içi
Devletin doğasında insanı sisteme bütünleşmiş etmek; ona göre eğitmek ve onu istediği hukuksal sınırlar içerisinde yaşatmak olduğu için en büyük özgürlük düşmanı bizzat devlettir. “Ne kadar çok devlet o kadar çok sorun, ne kadar az devlet o kadar az sorun” diyen A.Öcalan haksız değildir. İnsanın kişisel kurtuluşunu esas almadan tamamıyla kentli işçileri örgütlemek amacı güden Komünizm hiçbir zaman ütopyasını gerçekleştiremeyecektir.
Proleter diktatörlüğü esas alıp tepeden inme bir devrimi ön gören Komünizm; her şeyi salt emeğe dayandırmıştır.
Komünizm’e saldırırken “Her şey ekmek midir?” diyen Seyyip Kutup’un amacı her ne kadar farklı olsa da söylediği söz doğrudur. Nietzsche’nin anlattığı “Üst İnsan” aslında bizim ütopyamızın da temeli olsa gerek. Komünizm’in ilk elden aydınların More’nin “Ütopia” kitabı bir ütopyayı ifade eder. Özgürlüğün ütopyası bile güzeldir. More’nin ütopyasına ulaşmak için Marks’ın değil Bakunin’in yöntemi daha akıllıcadır. Hepimizin ulaşmak istediği eşit-özgür bir toplumdur.
Ancak Komünizm Asya’nın nerdeyse hepsini proleter diktatörlükle yönetmesine rağmen başarısız olmuştur.
Başarısızlığının nedenini salt dış güçlerle açıklamak körü körüne bir inançtır. Sovyet dış güçlerle değil içinde bulundurduğu çelişkilerle beraber çökmüştür. Çünkü bireylerin soytarıca özgürlük ve zaman geçirme durumlarını, eşit bir topluma dönüştürmek çetin yoldur. Bireyleriyle hazcı toplumların içinde devlet-sermaye ve otoriteler yıkılsa da kısa bir sürede yine inşa olurlar. Özgürlük sadece özünü yakalamak değil aynı zamanda eşit olmaktır. Eşitliğin temeli özlerin gür olması/dışa çıkmadır. Aynı zamanda özgürlüğün yetişmesi-büyümesi için de eşitlik esastır. Bu eşitlik soyut değiş somut olmalıdır.
Kişi özünlüğünü ortaya koyabilmesi için her şeyden önce gülmeyi-coşmayı öğrenmesi gerekir. Acının kutsal, sevincin ise ayıp olduğu bir çevrede hiçbir zaman sermaye yok olmayacaktır. Acı çeken, zorluk çeken ve hayatında hep ağlayan biri üstat kabul edilir. Onun vereceği bilgiler kutsanır ve insanlar arasında ne kadar çok acı o kadar çok olgun demektir. Peki, hayatını coşarak, dans ederek, özünü yakalayarak, sorgulayarak ve tabularını aşarak özgürleşen biri üstat kabul edilir mi? Kesinlikle… Toplum ne kadar çok acı çekiyorsa bireyde o kadar acı çekecek ki ona değer verilsin.
Toplumlarda gençlerin-çocukların küçümsenmesi hep öğüt kutusu olarak anlaşılmasından kaynaklanıyor.
Toplumların zihin altında acıya değer vardır. Hayatında kavga yapmamış, fiziksel güçten hoşlanmayan, aldatmayan, ikiyüzlü olmayan hep toy olarak kabul edilir. Olur-olmaz en özgür bireyler bile kirli toplumların içinde kala-kala kirlenmiştirler. Evliyaların-Sufilerin şu sözü ne kadar da manidar: “İnsanlardan uzak dur…” Sufilerin çıkışı devletin-otoritenin olmadığı bir yerlere çekilmektir. Onları protesto edip “ben yöneticisiz, çobansız yaşayabilirim” demektir.
Oysa Sufiliğin kendisi bile bir devlet mekanizmasının çarkıdır. Dinler, Mistikler vb. bütün akımlar hiçbir şekildeMarksistlerin anladığı gibi devletten çıkmamışlar.. Tam aksine onlara tepkidir ve daha sonra onların temelidir.
Tasavvuf devletlere karşı çıkarken, tasavvufun tarikatlar haline dönüşmesi devletin daha iyi kontrol edip onları bir yapı olarak yönetmesi olmuştur.
Özgürlük; Özü yakalamaktır, kimliğini başkasından değil özünden almaktır, doğal olmaktır, fıtrata uygun hareket etmektir, dinleri aşmaktır, dindar olmak değildir, dinci olmak da değildir, bütün yapıları bir bütün olarak deşmektir, kolektif yaşamaktır ancak parça olmamaktır, toplumcu olmamaktır fakat toplumda yaşamaktır, coşkuyu her an yaşayabilmektir, ileriyi değil geriyi de değil Buda’nın dediği gibi “bulutların sürüklendiği gibi sürüklenmektir”, planlı yaşamamaktır, hesaba göre yaşamamaktır, paraya kul olmamaktır parayı esir etmektir…. Bir Abbasi halife der ki bilgeye –Dile benden ne dilersen- Bilge der ki –Kulumun kulundan ne dileyeyim ki- Halife paraya kul olmuştur, para ise zaten bilgenin kuludur….
Özgürlük; Özgürlük tıpkı din ve sermaye gibi devletin de “özgürlükçü” kampına dönmüştür. Onu savunmak demek oncu olmaktır. Oysa ney-ci- olursan sadece –ci- sin. Özgürlük her istediğini yapmak değildir aksine hırslarına pranga vurmaktır. Özgürlük “Seks” yapmak da değildir onu önce aşmak sonra en üst aşamada yapabilmektir. Çiçeği, gülü, renkleri, sanatı, aşkı, sevgiyi harmanlayıp fiziksel seksi sadece bir araç yapmaktır. İnsanlar neden hiç fiziksel sekse doymuyorlar? Neden sürekli kadın değiştiriyorlar? İşte bunun sırrı “özgürlük” tür. Kadının bedeni, erkeğin bedenini putlaştırmaktır onu sürekli değiştiren. İnsanlar neden sürekli din değiştirirler? Çünkü onlar dini put edinmişler. Aynı şekilde kadının bedeni erkek için bir put olmuştur. Belli bir vakitte onu tavaf eder; onunla kısa bir fiziksel-yüzeysel zevk duyar; bu fiil tekrarlandıkça sahte olduğu için kayıp oluverir.
Zevkin kadın değiştirerek gerçekleşebileceğini sandığı için bir türlü mutlu olamaz. Fahişelerin türemesi nedendir? Türbelerin türemesi nedendir? Mabetlerin çoğalması nedendir? Çünkü onun sahte mutluluğunu yaşarlar. Onunun “özünü” ve “gürleyen” sesini dinlemezler. Sadece kabuğuna takılmışlar. Sadece tapmışlar, sadece kul-köle olmuşlar.
Özgür olmak bir şeyleri devirmek değildir. Devirdikten sonra ne çözüm önereceğini bilmektir. Zaten çözümü olan onu içerler ve uygulanabilirse uygulanır. Özgürlük, dinleri eleştiri yağmuruna tutup sap gibi ortada kalmak da değildir.
Özgürlük, dinsizliği öcü göstermek değildir… Özgürlüğün kökeni yoktur sadece “öz”dür. Özgürlüğün gür sesini dinlemek onu yaşayabilmek ve her alanda his etmektir.
Bu bir yazı dizisidir, devam ediyor…
Kıvançla…