Önemli Bir Şey Değildi – Kısa Öykü
Sol meme ucumla oynadığını hissettim. Nasıl da dalmışım
belirsiz bir noktaya. Açık gözle dahi göremeyeceğim şeyler
oluyordu, hatta dahi dokunuşları bile hissedemiyorduk. Elastiki
idi meme ucum. Etrafındaki üç beş uzunca kıllar devrilmiş ve
yapraksız palmiyelere benziyorlardı. Kasırga görmüşlüğü de
eklememiz gerekir. Meme ucum da, sol meme ucum, mercan
adası. Çekilip durmaktan yeşilden kırmızıya çalar renge dönmüştü,
rengi. Terli ve narin iki parmağın burma, sonra yukarı
hafifçe çekme hareketlerinden oluşuyordu bu oynama işi.
Göğsümün üzerinden komidini de geçen, kirli mavi duvarın
yine görünmez bir noktasına bakan kahverengi gözlerini
gördüm. Saatlerdir birbirimizi görmemişiz gibiliğin tuhaf serin
liğini kısaca bir hissettim. Bu an biraz daha uzun sürse ona kim
olduğunu dahi sorabilirdim gibime geliyor şimdi. Ve ardından,
anın uzatılması sahnesi sürecek olsa bacaklarımın arasına attığı
sıcak ve ıslak kadın bacağını bile bir çeşit içsel tepki ile karşılayabilirdim:
“Kim bu kadın?” Tanıyordum elbette. Doğuştan
Fransız kadını o. Hele de Fransa’da değilsek ve etrafımızda hiç
Fransız yoksa o denli daha Fransız çekiciliği.
Bilinmez noktaya onun bakışı yarım santimden daha
uzun kirpiklerinin gölgesinden çıkıp süredursun, fırsat bu fırsat
deyip yazacağım öyküyü düşünmeye başladım. Görünmez ve
elbette bilinmez noktaya anı, resim, ses çeşitlemeli kodlamalarından
yola çıkabilirim. Konuşacak olsam olmazdı bu iş. Bu
düşünüş. Onun bir Fransız kadını olmasını iyi yakaladım ama
değil mi? sorusunu ses çıkarmadan sordum ona. Evet, dedi bakış
doğrultusu. Kırmızılaşmış mercan adasında sıcak parmaklarıyla
burma ve çekme eylemi sürerken. Kim bilir, belki de o
klasik de olsa ıssız bir adaya düştüğünü kuruyordu. Kirli mavisi
de duvarın bir çeşit deniz olmalıydı. O noktadan meme ucuma
yüzüp duruyordu. Ve tabii, anlaşılacağı üzere üzerinde üzerime
yığıldığı gibi yattığı kumsal meme ucuna aitti. Kıta sahanlığı
sorunu yoktu. O noktadan, o noktadaki çıkaduran dalgalardan
aşıp yüzüyordu gözleri.
Ben bir icra memuruyum. Yeni geldim buraya, bu şehre.
Küçük bir şehir burası. Klasik bir günlüğe giriş gibi oldu bu
öyküye başlayış. Böyle olmasına şaşırmıyorum. Çünkü geldiğim
yerde de, şimdi burada da, klasik bir girişi olan ve fakat
gelişme kısmını dahi sadece, uzun mu uzun, bir romanın sonuymuşçasına
hissettiğim iki satır yazıya boşlukta kalem sallıyorum.
Kalem salladığımı düşünüyorum. Sonundan mı başlasam?
diyorum. Hayatıma kalem sallıyorum. Rahatça yazardım
o zaman. Ne de olsa zaten amacıma ulaşmışım, biraz keyiflice
girişe doğru giderdim. Kalem bile sallamak gerekmezdi... Ki
zaten yazılmış - mış olurduyay - mış. Bir öykünün sonunu biliyor
olmak ve sadece benim biliyor oluşumun çekici bir tarafı
olmadığını düşünüyorum.
Uyandırıp onu sorsam mı? Uyumuyor, yüzüyor o şimdi.
Bana, uyuyor gibi geliyor, hepsi bu. Yüzüyor o. Denizden çıkıyor
ara ara. Vücudu ıslak. Sıcak bir ıslaklık. Şu an sadece iki
parmağının denize çıktığını zannetmesi haricinde yaşadığını
bile düşündüğünü sanmıyorum. Böyle olur ya hep. Bilinmez
noktalar. Bakılır ve baktığında bilmezsiniz hiçbir şeyi. Bilinmez
nokta bilinmezce alıp gider kendini. Bilmece veya diğer
adıyla bilmemeceden farkı vardır bilmezcenin. Bilmeceyi mutlaka
bir bilen olur. Ama o bakılan bilmezceliğini bir tek bilinmez
o nokta bilir. Söylemediği için de kimse bilmez aslında.
Bakın, işte böyle. İcra memuru olduğumla başlamak yine
beni bir noktaya götürdü. Hâlbuki bir öyküye başlamaktı
niyetim. Elime verdi noktayı. Nokta, kalem oldu, yazıverdi
hemen kendini: nokta. Tamam, duralım. Neden ben bir öykü
yazmak istiyorum? Nerden çıktı bu? Sabahın ışımasına daha üç
saate yakın var. Fransız sevgilimi yüzdüğü denizden çekip çıkarıp
bir daha sevişmek varken, belki bir daha daha, vb., başlayamaya
kilitlenip kalmak… Anlam veremiyorum buna, bir
kalem de sallanıp duruyor yine.
Uyan, istiyorum seni bebeğim. Fakat diyemiyorum bunu.
Hiç de bana aitmiş gibi durmuyor, diyemiyorum. Ben onun
için bir sahilim. Mercan adası ve palmiyeler. Bu anlattıklarımı
ben; sahil, kum, elastiki mercan adası. İki parmağı da üç dilekten
ikisi, fakat ben mercan adası olduğuma eminim.
Ben bir icra memuruyum. İcra müdürlüğündeki çalıştığım
odama neden geldiği hakkında hatırladığım tek kelime bile
yok. Yan masadaki memure ile Fransızca konuştuğuna dair bir
iddialaşmayı, o gittikten sonra bile sürdürmüştük koca memeli
memure arkadaşımla. Bu Fransız’ın burada ne işi var? diye
sorunca ben, kahkahayı patlatmıştı ve benim süre giden ciddiyetim,
kahkaha tonajını logaritmik olarak artırmıştı.
Gel zaman git zaman, iki gün sonra, bayan koca meme
ki ona demekle intikamımı da almış oluyorum, onun benimle
tanışmak istediğini usullü yollu söyledi. Çay içilebilir, birlikte
yemek yenip tanışılabilir. Bayan koca meme de bir vakit sonra
bir uzay mekiğinin en iri yakıt tankı bölmesinin belirli bir yükseklikten
sonra itenekliği görevinden sonra bırakabilirdi bizi.
Gerisini biz bilirdik. Onu kesinlikle ilgilendirmezdi ilişkimiz.
Ve ben de artık ona koca memeli demezdim. Hoş, dediğim
zamanları da bilmiyor ya, neyseydi.
Abajurun dibinde, düşük vatlı bir kova ışık sarıca donmuş
akıyor gibiyken kemik çerçeveli gözlüğüm bana bakarmış
gibi duruyor. Bu, “gibi” kelimesini fazla kullanmamalı. Fakat
gözlüğüm kullanıyor bunu, soğuk bir istikrarla. Benim kemik
renkli çerçeveleri gözlüğüm ve abajurumun donmuş şeffaf ışık
suyu, ikisi birden beni iteliyorlar. Daha çok, yüzümde hissediyorum
bu itelemeyi. Kazançsız ve stabil bir itişim bu. İki adım
ötede, sandalyeye kocaman gelincikli resimli, bej renkli etek ise sahilin kumlarına atılmış. Ayak izleri, bir çamaşır, ayak izleri, bir çamaşır ve uzunca yüzülmüş mercan adama gelinmiş.
Kulak memelerini anca geçen kazıl-kahverengi dalgalı
saçları kaşlarına ulaşan birkaç saç teli denizin tuzlu sularından
yapışmış alnına. Bir denizde daha yüzüyor, duvarın bilinmez
noktası ile gözleri arasında. Kirli de olsa duvarın mavisi kirini
görmüyor olsa gerek.
Bayan koca meme. Çöpçatan denilince aklıma hep incecik
yapılı kızlar gelirdi. Ve onlar öyle mutludurlar ki çöpçatanlığı
seçmişlerdir. Koca meme bayan öyle değil ama. İsmini
söylemek konusunda çekincelerim var. Devlet memuruyum
ben. İsim beyan etmek devlet aleyhine bir fiil işlemek anlamına
gelmese de, memura hakaretten rahatsız olabilirim kendimden...
Hem, neden bahsedeyim ki. İçinde bulunduğum, fakat ne tür
bir hoşluk içinde olduğumu anlamadığım, şu durum meme koca
bayanın eseri. Sonra bir ara teşekkür ederim incelikli yollu.
Mesaideyken, memelerine dart okları atıp patlatmak fantezilerimi
de derhal unutmam lazım. Dışsal bir saygıdan önce içsel
bir saygıyı tesis etmeliyim. Şimdi, evet, şimdi, kendimi kemik
çerçeveli gözlüklerimin arkasındayken bir deliği sümüklü burnunu
çeken fındık faresi olarak da görerek bilinç gerimde uyarı
cezası veriyorum. Memur fındık faresinin bilinç gerisi cezası
böylesi olur. Espri de yapmaya başladım. Tuhaf ama hoşlanılası
bir gelişme bu. Şöyle ki: hayatımda yaptığımı hatırladığım
ilk esprim –ve son esprim- yedieminin yedisinden birinin hastalanması
durumunda sekizinci eminin olup olmadığı yönünde
bir soruydu. Yedeminin, bir kişi olduğunu –of, ne berbat bir
andı!- söylediklerinde onlara espri olmuştum. Onların kim olduğunu
söyleyemem. Kendimi espri diye yapmıştım anlayacağınız.
Kendini espri diye yapan adam. İşte o! Dünyanın en salak
icra memuru! Esprileriniz itina ile patlatılır.
Parmak uçları meme ucumla oynamaya devam ediyor.
Bu kısmi değişim bu yüzden mi? Beni ayarlıyor, kısa dalgada
arıyor beni. Lambalı bir radyo muyum ben? Sahile uzandı belki.
Kocaman kırmızı gelincik palmiyeler. Uzandı, ıslak vücudunu
serdi kumlara. Başucunda bir radyo. Eski. Fransız şarkıları
arıyor meme ucumla. Kuru kemik, çökük avurtlu, çıkık kaç
kemikleri, hafif dişlek bir yüz cızırtıların arasından. Falee,
muaa, jöteemm, monamouuur, kuru kemik, amaour, le amaour,
kel kafa, la amaour… Saçlarından gelincik kokusunu alıyorum.
Beni gerçekten arıyor düğmemle.
İşte, sonunda istediğim oldu değil öykü, roman bile yazabilirim
artık. Bir kahraman yarattım, yarattık. Peşinden gidiyorum.
Bir kahraman buldum. O, ayar düğmemle beni bulmuş
olsa da, bu, benim bulduğum anlamına gelir. O da gelmek isterse
daha iyi. İki kahraman. Bir de kendimi katarsam kurguya,
örgüye, akışa.. Eder mi üç kahraman! Her ne kadar bariz silik
bir tip olsam da… Silik kahramanlı romanlar, öyküler de yok
mu? Silik’i merkeze koysam bile diğer belirgin karakterler bu
siliki belirginleştirirler. Bir nevi kontrast ayarı. Renklerin birbirilerine
göre tonajları-endamları, bakan için her rengi daha
farklı gösterir. Fakat kontrastı, hareketli sahnelerin içine koymalıyım
k, gerçeklik kazansınlar. Tıpkı gerçek hayatımda olduğu
gibi. Zaten durduğu yerde hiçbir renk gerçekliğini koruyamaz.
Ben bir icra memuruyum. Kendime, sonbaharda kuruyup
düşmüş her yön olasılıklı rüzgârlara hissizce kapılmış kuru
bir yaprak benzetmesi yapmak istemiyorum. Durumum çok
farklı. Durumun farklı oluşunu ısrarla söylemeyi isteyişimin
sebebi dikkatlerinizi bana çekip bir çeşit içsel haz mekanizmalarımı
işletmek değil. Yüzlerinizi bana döndüğünüzde yaptıklarınızın
ve bakışlarınızın sürekli büyüyen şekilde belirginleştirdiği
biir siliklik var. Buna “ben” diyemiyorum. Sizler baktıkça
kendime“yok” da diyemiyorum. “Siliklik” ise daha çok, bir
sıfat. Fiilli sıfat. Fiile çeken. Dilbilimcilerin pek hoşuna gideceğimi
sanmıyorum. Fakat ben bir icra memuruyum. İcra edebileceğim
şeylerin sayısı tahmininizden çok fazla. Ancak ve
ancak bir siliklik –fiilli sıfat- icralarının sayısını bilemez. Bilmemem
ne büyük güç! “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?!”
Memur kabarması oldu böyle. Senin kim olduğunu biliyoruz,
Bay Siliki. Ruhu sidikli! Hah, işte anca böyle kendine
kubarırsın. Böyle de ol! Devlet terbiyeni e nane eker gibi ek
sütüne. Bunlar bir yana.. O, son cümleyi çıkarmalıyım. Sığ
olduğu kadar, etkili de bir soğukluk yayıyor. O cümle. Yazacağın
her ise, yapma böyle çiğ çıkışlar. Sığ ile soğuk’un bir alaşımı
bu çiğlik. Saf ham duygusal tepkiler bunlar. Hem, o ham
duygular esneklik katamaz, katılımcı olamazlar. Esri, büğük,
yarı, kırı.. Bunları bile silikçe vermelisin. Müjdeler olsun; bir
kahramanımız daha oldu: edebiyat eleştirmeni. Bir kumsal
varmış. O varmış. Ben –yani radyodaki yüz- ve siliki. Ve edebiyat
eleştirmeni. Editörlük de yapıyormuş. Neden olmasın ki.
Kontrast; hatırla.
Orta dalgada, cızırtıların arasından geçen yüz özelliklerin
en iyi giriş olur. Özellikler birleşince bay siliki belirsizce
ortaya çıkar. Kumsalda düşsel merdivenler oluşturan yosun
kokulu soslu dalgaların hışırtıları da pekiştiren olur. Gelincik
çiçeği palmiyelerin ılık kokuları da silikiyi belirsizce belirginleştirir.
Siliki.
İcra memuru da olsam, cinsel ihtiyaçlarım var. Hep icra,
hep icra, değil a! Islak kadın bacağı. Bu kadar kahramanı da
yaratabilmişken… Bir güç bu, libidomu etsi bir ateşle kaldıran
görünmez bir güç. İlki iyiydi oldukça.. Ben ve gözlüğüm, o ve
gelincik çiçekli eteği vardı. Anlamadığım Fransızca iki cümle
söyledikten sonra susmasını söyledim. İcralık olduğunu söyledim.
-Ben bir icra memuruyken en gerçek ve öte yandan fanteziye
birazdan kaçacak olan daha güzel bir fantezi düşünmezdim.-
Vermemek için inatlaştı benimle. Fakat ben bir devlet
memuruydum ve icra kaçınılmazdı. Yarım saat boyunca her
yerinden icra ettim şuursuz ve gelincik kokulu çığlıklarıyla.
Devlet memuru büyük bir ciddiyetle görevini yapmıştı. Bu işte
zaten acımak gibi denen gibi duygulara yer olamazdı. Şimdi,
yarı yan, bir bacağı bacaklarımın arasında hiçbir şey olmamış
gibi, gözleri açık uzanıyor. Fransızca şarkı cümleleri, cızırtılar
ve yüzümün özellikleri… la amuuur, mondiyooö, cız, kuru,
lauuu, cız, kel, cızz, kemik, muuur. Mercan adası, radyo düğmesi.
Sahilde. Fransız. Efil efil rüzgârlarına şuh diller atan taç
yaprakları gelincik palmiyelerinin.
Erotik öğeler tıkayabilir akışımı. Silikliği, silikiyi yani.
Kelimelerime dikkat etmeliyim. Konu diriliği içinde,
yani göreceli olarak kontrastta belirginleştirmeliyim merkezi
siliği. Siz bakmalısınız ve artmalıyım ben demeli akış. Abajurun
altındaki gözlüğün arkasına geçip, beni görmeyin, demeli
akış. Size de, olmadığımı anlatmak ne kadar zor, da demeliyim,
demeli.
Silik olmak da zor zanaat. Bir de anlatmaya kalkmak.
Bu yaşımla yeniden doğmayı istemek. Bu yaşıma kadar doğmayı
istememişim. Öylesine yabancılıyorum. Frekans ayar
düğmesiyle oynayan radyo bile değilim. Cızırtıların arasından
geçiyorum. Çevirmese iki parmak, onu da geçemeyeceğim.
Fransızca geziyorum. Fransız değilim. Bölük pörçük şarkı parçaları
gözümün önünden geçiyor başkalarının kulaklarına gidiyor.
Aşk da bazen bu mu? Kıyısı mı veya? Kirli mavi duvardaki
bilinmez nokta mı? Ayar düğmesi meme ucunun yakalaması
mı yüzümün parçalarını? Birbirine kavuşamayan yüz parçaları.
Kel, çene, avurtlar, diş. Kimin bu yüz? Biliyoruz! Yaratmayı
her nasılsa becerebildiğimiz kahramanlarımız bana anıştırıyorlar:
o bir icra memuru. İş arkadaşı memurenin koca memelerine
dart okları atmak isteyen bir icra memuru. Öylesine de komik.
Sürüklemeliyim kendimi. Her neyim varsa. Piaf’ın bir
şarkısı siperlerden siperlere yayılmalı. Bombalar düşerken.
Tüfek mermilerinin hızlı vızıltıları ve ıslıkları kaybolmalı şarkıda.
Cesetlerin ve canlıların arasında gezinmek. Piaf, müttefik
ve müttefik olmayan askerlerin arasında. Henüz ölmemiş bir
asker Thomson’unu yanına koymuş bakarken güney Fransa’dan
sevgilisinin resmine. Savaşı ve biraz sonra öleceğini
unutmalı asker. Piaf yanına yanaşmalı, kısa bir an da olsa gözlerine
bakmalı askerin. Asker ise kuzey Fransa’da bir icra memuru.
Padam, padam nakaratlarını birlikte söyleyerek icraya
gidiyorlar. Her şey padam padam. Thomson da gelse. Sıcak
namlusu da gelse. İcrayı, gerek şarkı gerek Thomson makinelisi
ile yapsalar.
Ben bir icra memuruyum. Kuzey Fransa’da yaşıyorum.
Güneyli de olsa bir Fransız sevgilim var. Şu an ıslak sağ bacağı
bacaklarımın arasında. Son derece sıkıcı biri olduğumu düşünmeme
rağmen bu durumdan sıkılmadığımı, hatta klasik bir
memnuniyet duygusu gibi olmasa da bir çeşit memnun suluk
taşıdığını derinden hissediyorum. O her neyse çok derinlerde.
Dibini göremediğim için kesin bir yargıda bulunamayacağım.
Islak bacağın sahibi sevgilimin saçlarından gelen dalgalı elma
kokusu da bu memnuniyete sebep oluyor olabilir. Elmayı her
şartta severim çünkü. Koku bile olsa.
Patronu hiç sevmiyorum. Müdür. Tam bir iş makinesi.
Greyder. İntizamlı kazımalı tüm yolları. Jilet kepçesi ile fazlalıkları
yığmalı yol kenarlarına. İşyerimizde koca meme, ben ve
o var. Kendisi düz yürümesine rağmen, normal insanlar gibi,
onunla birlikte siluetiymiş gibi duran ruhunun ve de düşüncelerinin
izdüşümü hemen arkasından yan yan yürüyormuş. Yengeçsi
yengeçsi. Gözlüklerim sebebiyle de öyle görüyor olabilirim.
İşte o arkasında, bitişik gibi yürüyen ise jilet kepçesi greyderin.
Müdür. Tüm icralardan o sorumlu. Karısı da kaknem
kadın. Dümdüz. Fazlalıkları yolların kenarlarına yığılmış.
Greyder yapmış bunu.
Ben de bir yol olsam, öyle varsaysam, benzeti yapsam,
bir greyderin üzerimden geçmekte olduğunu söyleyebilirim.
Greyder müdürün bununla bir ilgisi yok. Herkesin farklı bir
greyderi vardır. O, karısının greyderi. Bunlar felsefe. Karısı da
onun greyderi tabii. Düz gidiyorlar birbirlerine. Ben de kim
bilir kiminle düz gidiyorum. Sessiz bir düz gidiş.
Uyandırıp sorsam mı ona? Yüzüne bakıyorum. Gözleri
açık. Bir çeşit uykuda. Omzundan silkelesem gözlerini bana
çevirecek. Greyder olup olmadığımızı sorsam. Anlamayacak.
Konuya nerden girsem? Radyodan mı? Piaf’tan mı? Kontrast
ayarından mı?..
Sokaktan köpek hırlaşma sesleri geldi. Gürültü. Bölge
savaşları. Ben de irkildim. O da kımıldadı. Hırlaşmalar devam
edince daha da dikkatli birbirimizin gözlerine baktık. Korkma!
dedim. Hı hı, dedi. Sonra, gülümsedi. Beni gerçekten Fransız
mı zannettin? dedi. Hala bile eminim Fransızca konuştuğuna.
Onu ilk görüşümdü. Evet, edim. Beni hep Fransız kadınlarına
benzetirler zaten, dedi. Bayan koca meme de takılır böyle bana,
dedi.
Bayan koca meme. Ona taktığımız ek isimlerin aynı
olması şaşırttı beni. Hâlbuki ona hiç söylememiştim bu isimle
seslendiğimi, içimden. Bayan koca meme de kim? dedim. Gülümsedi.
Biliyorsun ya, dedi. Nerden bileyim ki ? dedim. Evet,
anladım galiba, diyerek, yeni anladığımı söyledim…
Fakat bir daha görüşemeyiz, çünkü benim bir sevgilim
var, dedi. Bunu tahmin ediyordum, dedim. Nasıl anladın ki?
dedi. Sahilde yalnız yattığından, radyodan, Piaf’tan ve mercan
adası meme ucumdan ve de kontrast ayarından bahsettim…
Hiçbir şey anlamadı. Özellikle kontrast ayarını anlayamamıştı.
Bu yüzden onu bir daha sordu…
Önemli bir şey değildi.
Lütfen Bi'gidin, Kontrast Ayarı adlı öykü,syf.69