Ölüm Korkusuyla Başa Çıkmak…
önceki gün ufak bir hafta sonu gezisi için darıca’daki hayvanat bahçesi‘ne gittim. istanbul’u arkamızda bırakıp otoyolda ilerlerken, hemen asfaltın üzerinde, on metre ilerimizde hareket eden bir cisim gördüm; yola inmiş küçük bir kaplumbağa… önümüzdeki kamyon, iki tekerinin arasına ortalayıp geçti, biz direksiyonu biraz kırıp yanından sıyırdık… bir daha arkama dönüp bak(a)madım. zavallı hayvan…
daha sonra hayvanat bahçesinde, yüzlerce çeşit canlı arasında dolaşırken de bunu düşündüm… bundan tam 100 yıl sonra, bazı ağaç türleri ve bir-iki hayvan dışında hiç birimiz yaşıyor olmayacağız. etrafınıza bir bakın; dünyanın tarih çizelgesinde bir kum tanesi kadar yer kaplamayan 100 yıl, gözünüzle görebileceğiniz tüm canlıları sahneden silecek kadar uzun bir süre aslında…
bu şekilde genelleştirince, ölüm fikri insana çok korkunç gelmemeye başlıyor. nasılsa hepimiz onun karşısında eşitiz.
ancak hayatın son bulmasındaki mutlak kesinlik, işin içine bu son buluşun ne zaman -ve nasıl- gerçekleşeceği girince, bu defa da mutlak bir belirsizliğe dönüşüyor.
insanoğlunun ölümü tevekkülle karşılayabilmesinin ardında, biraz da bu belirsizlik karşısındaki çaresiz teslim oluş var bence… önünüzde engel olamayacağınız bir kesinlik ve altından çıkamayacağınız bir belirsizlik varken, nasıl direnebilirsiniz ki?
bu yüzden, ölümcül bir hastalığa yakalanma ve idama mahkum olma gibi senaryolar bana inanılmaz biçimde ürkütücü gelir. bilmek acıyı arttırır.
örneğin nevzat çelik‘in “şafak türküsü” şiirindeki o teslim oluş :
“kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
oysa birazdan boynumu kıracaklar
pul pul dökülecek yaz siyasi eylül’ün
(…)
ben ölümü asıl az ötede titreyen
çingenenin kara killi ellerinde gördüm
anladım ki küllenen sigaradır
soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm
(…)
yanlış mı duydum yoksa
erkenci bir horoz mu ötüyor
keskin bir acı bilenmiş
gitgide yaklaşıyor sonum”
beş-altı sene kadar önce, aylar süren anksiyete krizlerine maruz kaldım. ölüm, hiçlik, boşluk, sonsuzluk gibi kavramlar üzerinde boğulacak, nefes alamayacak ve açıkçası “kafayı kıracak” kadar düşünmem o günlere rastlar…
açık yüreklilikle söyleyeyim, bu konularda -tek tanrılı ya da çok tanrılı farketmez- dinler de insanı aydınlatacak bir formül öne sürmüyor. hatta -bazı- dinlerin -bazı- yorumları, mantık sahibi bir insanı çok daha büyük paradokslara itebiliyor. tasavvuf felsefesi ise aynı sosyalizm gibi, kulağa çok hoş geliyor ama günlük pratikte bir işe yaramıyor.
ölüm ve ölümden sonrasına dair kaygıları aşmanın tek yolu, yüzleşmek… bunu yaparken de akıldan uzaklaşmamak.