“Ölüm” Hayatın Neresinde?…
İnsanoğlunun zihnini en çok kurcalayan meselelerin başında ölüm gerçeği gelmektedir. Oysa Resulullah Efendimizin dediği gibi “Müminler ölmez bir yerden bir yere göç ederler” Keza hayat “Ol” emriyle başlayıp hiç bitmeyecek bir süreçtir. İnsan ezelî olmasa da, ebedîdir. Hakikat penceresinden baktığımızda ‘ölüm’ diye bir şeyin olmadığını görürüz.
Bilindiği gibi hayatın çeşitli boyutları vardır. Bunları kabaca maddî ve manevî boyut olarak sınıflandırabiliriz. Maddî boyut, görünen âlemle ilgili olduğu için bunu anlamakta zorlanmıyoruz. Fakat insanoğlunun hayatın manevî boyutunu tahayyül etmesi pek müşkül... Biz insanlar her şeye maddî boyuttan baktığımız için ölümü bir yok oluş olarak görüyoruz. Oysa insan bir kez doğunca bir daha yok olmuyor. Doğumla kastettiğimiz, anne karnından çıkışımız değil, ruhlar âlemine çıkışımızdır. Demek ki hayat annemizden doğduğumuzda başlamıyor. Anne karnında geçirdiğimiz günler de hayatın bir parçası değil midir? Orada da annemizin kordon bağından beslenmedik mi? Oksijen teneffüs etmedik mi? Nefes alan ve beslenen bir canlı varlığı siz nasıl ‘var’ kabul etmezsiniz? Bu basiret körlüğü değil mi?
İnsanoğlu ölüm hakikatini yeterince kavrayamadığı için ölüm ona pek soğuk geliyor.
Oysa ölüm soğuk filan değil, bu ona yüklediğimiz şahsî mânâdır. Aslında hakikatte “ölüm” diye bir şey de yoktur. Zira ‘ölüm’ ebedî hayatın safhalarından biridir. Biz insanlar hayatı ‘maddî bedenimizle yaşama süreci’nden ibaret gördüğümüz için, tenin toprakta çürümesini hayatın bitişi olarak görme gafleti içerisinde bulunup gerçekleri perdeliyoruz. Dünyadan göçüşü “ölüm” olarak nitelendiren insan aslında sonsuz bir hayata doğduğunun farkında değil. Bunu mutasavvıf şair Yunus Emre ne güzel anlatmıştır: “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” Gerçekten de öyle değil midir? Biz insanlar ölmekle tebdil-i mekân ediyoruz.
Hayatın kökü “hayy”, yani ‘diri’ olmaktır. Yunus Emre “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez” derken tenin ölümüne, ruhun ebediliğine işaret etmiştir. Zira diri olmak bedenle sınırlı değildir. Beden, insanın hayvanî yönüdür. Beden ölmeye mahkûmdur; keza o, ruha giydirilen bir çeşit elbisedir. Asıl cevher ruhtur. İnsanı insan kılan, ruh kökünün derinliğidir.
Hayat, dünyayı da içine alan; fakat dünyadan ibaret olmayan uzun bir süreçtir. Daha doğrusu hayat, bir süreçler toplamıdır. Hayatı dünyayla sınırlandırmak, onu dünyaya yansıyan andan ibaret görmek, buzdağının görünen kısmına göre hüküm vermektir. Oysa asıl kütle suyun altında gizlidir. O kütleyi göremeyen nice kaptanların gemileri tuz buz olmuştur.
Hayat, bir bütünün parçalarının uyumundan ibarettir. Zincirin halkaları misalidir hayat… Her bir halka hayatın aşamalarından birine tekabül eder. “Bezm-i elest”e inanıyorsak, ki biz yürekten inanıyoruz, hayatı sadece maddî boyut olarak düşünemeyiz. Varlığımızı sadece doğuma bağlayamayız. Onu, tarihi tarafımızdan bilinmeyen elest meclisine kadar indirebiliriz. Zira Rabbimiz biz insanları aşama aşama yaşatıyor. Bu aşamalar arasındaki geçişleri, hayata basiret nazarlarıyla bak(a)mayanlar ölüm zannediyor. Bu eksik nazarlar ölüme yaklaşımımızı hem güçlü bir temelden yoksun bırakıyor, hem de tutarsızlaştırıyor.
Bezm-i elestten ana rahmine düşen insan, oradaki hayatını tamamlayarak gözlerini dünyaya açıyor. Bu ana karnındaki muvakkat hayatın tükenmesi bir çeşit ölüm demek değil midir? Fakat oradaki hayatın tükenmesiyle yeni bir hayata doğmak peş peşe gerçekleşiyor. Öyle de sayılı günlerden ibaret olan dünya hayatının tükenmesi, bir çeşit ölüm sayılsa da hakikatte sonsuz bir hayata doğuş demektir. Bir çeşit ara dönem sayılan berzah âlemi(kabir hayatı) de içeriği çok fazla bilinmeyen bir çeşit uyku hâli, yaşamın bir başka boyutudur.
Ölüm bir çeşit hicrettir. Madde âleminden mânâ âlemine göç… Ölümü zorlaştıran ayrılık acısıdır. Fakat müminlerin cennette mutlaka buluşacağını bilen bir müslümanın, ölümün verdiği hicran acısından sıyrılması uzun zaman almaz, almamalıdır da… Demek ki ölümden dolayı gerçekleşen ayrılıklar da ebedî değildir. Bunu bilmek ölüm acısını hafifletir. Hem ölümün, mutlak dost olan Hakk’a vuslat olduğunu bilmek bütün hicran yaraları sağaltır.