Ölüm Elbiseleri
(Kandırılmış Vatan Evlatlarının Dağlardaki Sessiz Çığlıkları!..)
Değerli okurlarım, Jandarma Yüzbaşı Sevgili Kardeşim Ömer Gürdal’ın bu muhteşem eserini, (ROMAN) Başta Milli Eğitim Bakanımız, Kültür ve Milli Savunma Bakanımız
okumalı ve Edirne’den Kars’a tüm asker ve öğrencilerimize tavsiye etmelidirler..
Okurken gözyaşlarını tutamadığım bu muhteşem eseri tüm okurlarıma ve herkese tavsiye ediyorum. Kitapla ilgili herhangi bir yorum yapmayı uygun bulmuyorum. Kitap, tüm sayfalarında kendini o kadar mükemmel anlatıyor ki; o halde buyurun! Kitaptan bir bölümü hep beraber okuyalım.
“Karakol komutanı, masanın üzerinde duran fotoğrafa baktı. Sonra cüzdanın kıyısındaki naylona sarılı yıpranmış mektubu eline alıp okumaya başladı;
Canım Anneciğim,
Yine ulaştıramayacağımı bile bile, size bir mektup daha yazmak istedim. Sizlerle ancak yazdığım bu mektuplarla konuşabiliyorum. O hasretiniz var ya! Artık çekilmez oldu bana. Her an burnumda tütüyorsunuz. Özleminizle yanan bu kalbimi sizlere göndermek istiyorum. Belki hissedersiniz diye.
Kokunu özlediğim annem. Hatırlıyor musun?
‘Babanın kemiklerini sızlatırsın!’
‘Sakın bu işlere girme!’
‘Gittiğin yol, yol değil!’
‘Gidersen gelemezsin!’
İşte o haykırışlarını, kahrolası kulaklarım duymamıştı o zamanlar. Niye beni dövmedin? Niye beni bağlamadın? ‘Gitme,’ diye.
‘Arkadaşlarıma gidip geleceğim,’ dediğim de, yüreğin katılaşsaydı da bana izin vermeseydin güzel annem!
Biricik annem! O zamanlar, ne kadar da körmüşüm, sağırmışım, safmışım…
Kanıma girmişlerdi. Kör olası gözümü boyamışlardı. Süslü vaatler sermişlerdi önüme. Özgürlük ve özgür kadın olmak demişlerdi. Kanmıştım o zehirli koca yalanlara.
Ne bileyim dağlarda köleleştirileceğimi? Ne bileyim insanlıktan çıkarılacağımı?
Özgür değilim dağlarda... Umutlarımı, hayallerimi ve geleceğimi dağa çıkarttıkları ilk günlerde elimden aldılar… Hem de hayvanca! O tertemiz Ayşe’den eser yok şimdi anne.
Sizden ayrılalı tam iki yıl oldu. Bu süre içinde dağlarda değil özgür olmayı her gün biraz daha esirleşiyorum. Biraz daha köleleşiyorum… Köleleştiriliyorum anne... Her gün bir tarafıma kırılmaz zincirler vuruluyor. O yapılan pembe vaatler burada esaret zincirleri olarak çıkartıldı karşıma… Dağlarda; hayallerimi, geleceğimi ve yüreğimi çaldılar benim…
Dağ dağ, tepe tepe, vadi vadi, aç ve susuz boynuna ip bağlanmış bir köpek gibi dolaşmaktan ve kaçmaktan yoruldum. Dayanma gücüm kalmadı artık. Kaçmak istiyorum, kaçamıyorum! Ölmek istiyorum, ölemiyorum!
Sana biraz dağları anlatayım anne.
Dağlar çekilmez... Dağlar acımasız… Dağlar keskin soğuk... Karların en beyazı buralara yağar. Yağmurların en sağanağı buralara boşanır. Tüm bulutlar önce buralarda toplanır. Geceler karanlıklarını buralardan alır. Nedense geceleri hep korkarım. Ürkütür, ürpertir beni kurt ulumaları. Titretir beni baykuş ötmeleri… Kışın üşütür beni o keskin soğukları… Yazın yakar, kavurur beynimi, güneşin cehennem sıcağı…
Güneş dağların doruklarına günün yeni ışıklarını saldığında; özleminizle kor bir ateş gibi yanan yüreğim daha çok özler sizleri... Sonra sizin hasretinizle üşürüm ben anne…
Uzun ve yorucu bir gece yürüyüşü yaptık yine. Yani kaçtık. Kayalık ve ormanlık bir noktada kaldık. Kaçarken kaç defa düştüm hatırlamıyorum anne. Nöbetim yoktu. Bir taşın kıyısına kıvrılır kıvrılmaz uyumuşum… Her zaman olduğu gibi bu sabahta erken uyandırıldık. Yeni uyumuştum anne. Elimden hiç bırakmadığım, keleşimi omzuma asarak, kaldığımız yerin hemen altında nazlı nazlı akan dere kenarına indim. ‘Melek gibi,’ dediğin çirkinleşen yüzümü dere suyu ile yıkadım. Havlum yine yoktu anne. Yine yeleğimle sildim yüzümü. Her güzel şey çirkinleştiriliyor dağlarda. Bende çirkinleştim anne.
Sıcak bir yorgan altında tatlı bir uykuyu öyle özledim ki anne. Uyku dağlarda haram kılınmış bizlere sanki. Sıcak ve tatlı bir uyku yok... Ne dağlar uyutuyor, ne başımızdakiler, nede sizin hasretiniz uyutuyor beni. İki üç saatlik soğuk uykular, yeter mi anne? Hiç umudum yok. Ama bir gün gelirsem, beni hiç uyandırma, olur mu? Şöyle doyuncaya kadar bir uyku çekmek istiyorum...
O tedirgin, o kuşkulu uykularda bile bazen düşler görüyorum. Saçlarım ellerinin arasında… Çocukluk günlerimdeki gibi başım yine dizlerinde… Kardeşlerim, Ege’li ve Karadenizli arkadaşlarımla seksek oynuyor, tatlı kavgalar ediyoruz. Sonra senin o ipek gibi yumuşak sesin geliyor ardı sıra;
“Hiç kardeş kardeşe, hiç arkadaş arkadaşa kavga eder mi?” diyorsun.
Sonra barışıp el ele tutuşarak oyuna devam ediyoruz anne. Oyunumuzun en güzel yerinde simsiyah elbiseli çirkin bir adam gelip beni kardeşlerimden, arkadaşlarımdan ayırıp zorla götürüyor... Sonra uyanıyorum. Ağlıyorum sessiz sessiz…
Bir taşın, bir çalının dibine oturup kurumuş saç ekmeği, kokmuş peynir yemekten bıktım anne. Kapkara olmuş çaydanlıktan katran karası acı çayı içmekten iğrendim artık. Biliyorsun demli çay içemezdim ben. Sigaradan da nefret ederdim, bilirsin. Şimdi tütünsüz ve çaysız yapamıyorum anne. Dağlar işte böyle güzel annem...
Sen ve kardeşlerim, aklıma düştüğünüzde kendimi daha güçlü hissetmeye çalışıyorum. ‘Belki bir gün kavuşurum,’ diye. Kardeşlerim burnumda tütüyorlar anne. Aile hayatını, şehri, caddeleri ve sokakları çok özledim. Her şeyini ama her şeyini çok özledim. Artık olmuyor, katlanılmıyor. Yapamıyorum, dayanamıyorum anne...
Sizleri çok özledim! Kardeşlerimi öper misin benim yerime? Koklar mısın onları? Sımsıkı sar onları kollarına! Hiçbir yere bırakma!
Ben öldüm onlar ölmesin anne. Ben kendimi öldürdüm, onlar kendilerini öldürmesin.
Kardeşlerim ne olur, benden nefret etmesinler. Benden utanmasınlar anne. Onlara layık bir abla, sana layık bir kız olamadım. Ne olur beni affedin. Hoşça kalın canım ailem!
Sizleri çok ama çok özleyen kızınız Ayşe!
Karakol komutanı böyle durumları çok görmüştü, buna rağmen duygulandı. Kirpiklerinin arasından bir damla yaş süzüldü, sonra düştü mektubun üzerine sessizce. Askerdi. Kalbinde metanet vardı. İkinci damlanın düşmesine izin vermedi. Pencereye yaklaştı ve uçsuz bucaksız dağlara baktı. Yüreğinden geçenler dilinden döküldü;
“Kandırılmış vatan evlatlarının dağlardaki sessiz çığlıkları!..”
(yukselmertoglu@hotmail.com)