Oku! Soruları Kadar Büyüktür İnsan
Tüm kainat bir Cebrail olmuş bizi içimizden ve dışımızdan sıkarak, ‘Oku’ diyor…
Soruları kadar büyüktür insan… Büyük sorular demek engin cevapların duası, talebi demektir. Neyin duasındaysanız, nelerin talibiyseniz onlarla muhatap olur, o türlü cevaplara
nail olursunuz. Ne ki şarkının söylediği gibi, ‘çünkü insanlar yıllar boyunca, hiç soru sormadan durur…’ Dağ taş soruya durur, kurt kuş soruya durur, gökle yer birlik edip bir sual olur, içimizin kuytuları soru işaretleriyle doludur ama gel gör ki insan kendi üstüne kapanır, uyuşmanın koynunu bulur…
Hatta zannımca her şey bir sorudur, varolan her şey bir soruyu önümüze kondurur: Ayağımıza takılan taş, beton duvarlarda gülümseyen çiçek, bir sosyal hadise, başa gelen bir musibet, içimizden geçen bir duygu durumu, okunan bir ayet hep aynı soruyu kıyılarımıza vurur: Men rabbuke? (Rabbin kim?) Yani ki elest bezminde sorulan soru bugün hala hayatın bütün kıvrımlarında yankılanmaya, şimdi ve burada sorulmaya her an devam eder: Men rabbuke?
Bahar bahçesinde tennure giymiş ağaç soruyor: Men rabbuke?
Cumhurbaşkanlığı seçimleri soruyor: Men rabbuke?
İçindeki şuurlu yasa olan vicdanın soruyor: Men rabbuke?
Ağlayan bir çocuğun gözyaşları soruyor: Men rabbuke?
Şimdilerde bir selüloza indirgenen göklerin kelamı soruyor: Men rabbuke?
Elest bezminde ruhlara sorulan soruyu ve verilen cevabı yaşadığımız gündelik hayatın içinde sayhalandırmadıkça, hayatımızı samimi bir cevap arayışına, bir ‘ince derde’ dönüştürmedikçe Emin Muhammed’in Hıra Mağarası’nda sorduğu varlık sorularının cevaplarını çözemeyeceğiz... Değil mi ki Celaleddin olan (ama Cemaleddin gibi sunulan) hazret-i Mevlana ‘derdin senin mürşidindir’ diyor, bir bildiği var…
Hazret-i Muhammed’e ilk olarak indirilen Alak Suresi’nin ilk beş ayetinin, Peygamber’in belki aklı erdiği ilk günden o güne ama özellikle inzivaya çekilmeye başladığı 35 yaşından vahyin indiği 40 yaşına kadar olan süreçte sorduğu hayati varlık sorularına bir cevap mahiyetinde olabileceğini hiç düşündünüz mü? Belki bir açıdan bakıldığında Kur’an’ın tamamını tüm mahlukat ve tüm insanlık adına sorular soran bir Peygamber’e verilen cevaplar şeklinde okuyabiliriz… Şöyle bir bakalım isterseniz:
Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?
Vahyin cevabı: İkra, bismi rabbikellezi halak… (Yaratılışı rububiyetiyle terbiye eden rabbinin Esmaü’ül-Hüsna’sı, isimleri ile oku!)
Hz. Peygamber’in sorusu: İnsan ne’den ve nasıl yaratıldı?
Vahyin cevabı: Halakal insane min alak… (O, insanı bir kan pıhtısından, alak’tan yarattı ve yaratmaya devam ediyor…)
Kur’an’ı, cümle varlıklar ve tüm insanlar adına temsilci olarak soru soran bir Peygamber’e verilen cevaplar manzumesi şeklinde bir usul ile baştan sona okuyabilirsiniz. Çok da ilginç sonuçlara varılacağı muhakkaktır…
Bu girizgahtan sonra sadede gelecek olursak mesele şudur: Geçmişten günümüze, bilim de, felsefe de kimi zaman fıtrata yaklaşarak, kimi zaman fersah fersah uzak düşerek olayları, insanı, kainatı hatta vahyi okumaya çalışıyor, benzer sorular soruyor. Örneğin, yukarıda değindiğimiz sorunun birincisini (Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?) bilim, ‘Doğa’nın işleyiş ve yapısı nasıl çözülebilir?’, felsefe ise, ‘Doğanın anlamı ve oluşumu cevherinde (tözünde) nedir?’ tarzında soragelmektedir?
Bu soruş biçimleri bile (hatta kavramsallaştırma tarzları bile) felsefe, bilim ve ‘iman ilmi’ arasındaki farka işaret etmekte fakat asıl ayrım cevaba ulaşma ve cevabı dillendirme biçimlerinde ortaya çıkmaktadır… Felsefe ve dünyevi bilimi oluşturan zihinler sözkonusu sorulara eşyanın kendi varlığından, görünen bağlantılarından ve kendisinde ne olduğundan hareketle çözümlemeler ortaya koymaktadır: Doğa bir olayın diğerini doğurduğu bir döngü içinde, kendi içinde parçalanabilen parçacıkların birliğinden oluşmaktadır…. Ya da, ‘Kendinde şey olarak doğanın anlamlılığı tartışmalıdır, oluş başlı başına bir soru yumağıdır’ filan gibi cevaplar geliştiriliyor… Bilim ve felsefenin en genel anlamda ortak noktası ise (mutlaka içinde farklılaşan yanlar olmakla birlikte ki Demokritos ile Pascal’ı, Einstein ile Howking’i aynı kefeye koyamazsınız) varlığı ‘kendine işaret eden bir levha’ gibi anlamaya çalışmak şeklinde özetlenebilir. Yani levhanın hammaddesi ve diğer levhalarla bağlantılarının araştırılması biçiminde özetlenebilecek bir kavrama etkinliği…
İman ilminin usulüyle bilgiye ulaşmak, cevaplara varmak ise başka bir düşünme, kavrama ve algılama şeklini gerekli kılıyor… Bir kere, eşyaya ‘kendini gösteren bir levha gibi’ değil adı üstünde levha gibi, ‘kendinden başka bir şeyi işaret eden’ anlamlı bir harf gibi okumak niyetiyle bakmayı gerekli kılıyor. Sağlıklı bir niyet ve bakış açısıyla yaradılışa bakmak ise Vahiyle pişmiş, Esma taliminden geçmiş, her şeye Rabbin bir ismi penceresinden görmekle mümkün olabiliyor.
Daha net konuşalım. Okunacak dört kitap var: Olaylar kitabı, kainat kitabı, insan kitabı ve vahiy… Bu dört kitabın oku’nması da yaradılışın oku’nması sonucunu doğuruyor. Yaradılışın okunması ise ayetin bize işaret ettiği gibi Rabbin ismi ile (buradaki ‘ism’ Esmau’l-Hüsna’dan kinayedir) mümkündür. Yaradılan her şeye bir Esma tefekkürü ile yaklaşmazsak oku’mak sözkonusu olmaz. O halde mümin bir zihnin ve kalbin ciddi anlamda, tıpkı Hz. Yusuf’un kuyuda ‘talim-i Esma’ yapması gibi Esma tefekkürü terbiyesinden geçmesi gereklidir. Baktığın her şeye ya bir ilahi ismin ilk harfi ya da ilk kelimesi gözüyle bakmak gerekmektedir. İsimlerin göründüğü yer olarak varlığı oku’mak bizi Rabbin terbiyesine, o terbiye ile kendi nefsimizi terbiyeye götürmelidir ki öğrendiklerimizin ilim olduğunun sağlaması da burada gizlidir. Nefs terbiyesine dönük olmayan hiçbir öğrenme ilim değil, olsa olsa veri, data, malumat, kültür, bilgi cinsinden bir yığındır.
Peki bu çerçevede yaradılışı rabbin isimleri ile oku’maya başlamanın öncesinde ne vardır? diye sorarsak bu soru bizi başka bir ayetin kapısına iletir. Aynı zamanda meleklerin duası olan ayet şöyledir: Sübhaneke la ilmelena illa maallemtena inneke entel Alimu’l Hakim… (Sübhan olan seni tenzih ederiz ki biz bilmiyoruz, senin öğrettiklerin (talim ettiklerin) dışında, sensin Alim ve Hakim olan…)
Meleklerin duası olan bu ayet önceki tahlillerle birlikte düşünüldüğünde bize adeta iman ilminin, mümince bir epistemolojinin (marifet nazariyesinin) ana kodlarını, elifbasını sunmaktadır. Şöyle ki:
1- Yaratıkları aracılığıyla Yaradan’ı tenzihe yönelik olmayan hiçbir bilme eylemi ‘ilm’e (el-İlm) dönüşemez…
2- Bilme eylemine girişen, hilkati oku’maya talip olan kişi her işin başında edep ve tevazuu giyinip ‘bilmiyorum’ demenin erdemini kuşanmalıdır. ‘Ben bilmem, bilmiyorum, biz bilmiyoruz’ demeyen hiçbir kişi veya zümre bilmenin hakikatine ulaşamayacaktır.
3- ‘Bilmiyorum’ demek tasavvur ve zihnimizi dünyevi kavram ve düşünme biçimlerinden arındırıp ‘ümmileşme’ye giden kapıyı açacaktır. Ancak ümmi bir zihinle (yani dünyevi kalıpların kirinden arınmış bir zihinle) yaradılış oku’nabilir…
4- Ya bir ilahi isimden kalkmayan ya da bir ilahi isme varmayan her türlü bilme çabası anlamsızlığa, kaosa gömülmeye mahkumdur…
5- Kendisi gayret gösterdikten sonra öğrendiklerinin, kendisinde görünen meziyetlerin ve ilimlerin ancak Alim ve Hakim olan, Sübhan olan Rabbin bir talimi olduğunu anlamayan kişi tevhid ve iman ilmi olan marifetullahın kokusunu alamayacaktır.
Bu dört kitap bize hal diliyle, hatta kaburga kemiklerimizi birbirine değdirircesine sıkarak sürekli, her an ‘Oku’ diyor… Tüm kainat bir Cebrail olmuş bizi içimizden ve dışımızdan sıkarak, ‘Oku’ diyor…
Bizden dudağımızı Mağaradaki Ümmi’nin titrek dudaklarına yaklaştırıp, meleklerin dediği gibi bir tek cümleyi söylememiz bekleniyor: Ben okuma bilmem…