Oğlum! Beni Sen Yaşa…
Lütfen! Çocuklarımızın yetişmesi için kendilerine geniş ve zengin bir kültürel ortam hazırlayalım. Ancak bunu yaparken; düşüncelerini bağımlı ve tutsak kılacak davranış tarzlarından uzak duralım.
Bu haklı haykırış farkında olmadan çocuklarını tutsak edenleredir. Özellikle ‘geri’ kalmış kültürlerde bu durum kendini daha bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. İşin vahim tarafı da anne-babaların bunun farkında olmadan, çocuklarına bu tutsaklığı ‘iyilik veya koruma adı altında’ reva görmeleridir. Esasen hiçbir anne-baba çocuklarına böylesine büyük bir haksızlığı yapmak istemez. Fakat bu bir gerçek!
Çocuklarını kendi yaşam tarzlarına mahkûm eden anne-babalar olduğu gibi yaşayamadıkları ‘hayatı’ veya ulaşamadıkları makamları, çocuklarına dayatarak da bir nevi çocuklarını tutsak eden anne-babalar da vardır. Maalesef bunu çocuklarına ‘iyilik olsun’ diye yaptıklarını zannedenler de çoğunluktadır. Bu davranış biçimi çok tehlikelidir. Zira bu kültür ile büyüyüp otorite/iradede söz sahibi olan bireyler de; halka ‘iyilik ve koruma’ adına birçok şeyi yaptıkları gibi engelleyip yaptırmadıkları da oluyor.
Kendi değer yargılarımız üzerinden çocuklara dayattığımız hayat, “Ne derler” ile çep(e)çevre sarılmış; içinde boğulacak kadar dar ve havasız bırakılan ve gayri tabii olan bir yaşam tarzıdır. Dayatılan bu felsefe, çocukları çocukluktan itibaren nifaka yani ikiyüzlülüğe itmektedir. Zira nifak, iç ve dışın zıtlığı anlamını karşılamaktadır. “Ne derler” felsefesi üzerine kurulan hayat, çocukların bilinçaltına dış âleme karşı iç yüzünü gizle, arzu ettiğin gibi görünme, karşındakine içinden geçtiği gibi davranma (!) yapay/suni, yapmacık ol (!) bilincini yerleştirmektedir. Bunu yapanlar, meselenin bu boyuta varacağını hesaplamamış olabilirler ama hakikat bu. Günümüzde coğrafyamızdaki bölgeler veya dünyadaki devletler arasındaki farklara veya ‘geri kalmışlığa’ bu zaviyeden de bakılabilir.
Hz. Ali (k.v) bu konuda şöyle demektedir: “Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” Zaten dinin temel felsefesi; içi dışı bir, samimi, yaşadığı toplumla barışık, sorgulayan, araştıran, üreten insanlar yetiştirmektir.
Güya inanç ve ‘Kutsal’ değerler adına yapılan bu dayatma, bireylerin beyinsel özgürlüğünün gelişimini kısıtlayarak, sorgulama yetisini kendisinden almaktadır. Bu da beraberinde taklidi imanı getirmektedir. Oysa Hz. İbrahim’in (a.s) hayatına baktığımızda sorgulama ile tahkiki imana ulaşmayı görmekteyiz. Evet, sorgulama ile tahkiki imana varılır.
Bizler özgür iradelerin oluşmasının önüne geçerek, aslında yeni bir bireyin oluşmasının da önüne geçtiğimizin ve dolayısıyla yeni bir birey olarak yaratılanı da kendi kopyamız olmaya ittiğimizin farkına varamıyoruz. Kâinatın tabiatına da mugayir olan bu davranışımızla, değişim ve gelişimin önünü de kesmeye kalkıştığımızın farkına varamıyoruz.
Tarihi, kültürel değerler! Yazılı olmayan ama kesin ve keskin kuralları olan yasalar! Çoğumuzun dudak büktüğü ama yeri geldiğinde ötekiyi yermek için yargılarken; hayatı, insanları ve olayları değerlendirirken başvurduğu kıstas ve yöntem.
Yanlış olduğunu varsaydığınız bazı toplumsal kuralların varlığını vahye dayandırarak, içinde yaşadığınız topluma değil kabul ettirmeyi, söylemeye dahi yürek gerekiyorsa, toplumunuzun ne halde olduğu üzerine durup düşünmeniz gerekiyor.
Nasıl ve hangi kıstaslara haiz çoğunluk bariyeri olmaksızın, gelir-geçer kural ‘Çoğunluk’ olmuşsa, söylenecek söz kalmamıştır. Yani bir yerde yüz kişi yaşıyorsa ve bunlardan 80’i hırsızsa bu çoğunluk elbette ki hırsızlığın ‘kötü’ bir şey olmadığına dair hüküm verecektir. Bu, bize bizim de bunu doğru kabul etmemizi dayatıyorsa, problemler çözülecek noktadan uzaktır demektir.
Anne-babaların çoğunun “Tarihi başarısızlıklarını” çocukları üzerinden başarmaya çalışmaları, sık rastlanan bir gerçektir. Örneğin: öğretmeyen, imam veya doktor olmayıp da bu makama ulaşmak içinde ukde olarak kalan bir anne-baba, mizacı buna ters ve uygun olmayan çocuğuna öğretmen, imam veya doktor olmayı dayatır.
Asrımızda Tales’ten Marks'a, Aristo’dan Hegel'e, Darwin'den, Nietzsche'ye kadar tüm felsefecilerin hayatını ve felsefe doktrinini öğrenmeyi bir makam veya üsten bakmaya mihenk edinen bir aile yapısı mevcuttur. Bu, çocuklarını Gazali’den, Ömer Hayyam'dan, Farabi'den, İbn Rüşd'ten, Ahmet Yesevi’den, Ahmed-î Hanî'den, Feqiyê Teyran’dan, Şafii’den, Ebu Hanife'den habersiz bırakmayı; ilericilik sayan ‘sakat’ bir anlayıştır.Bu aile yapısı;doğuyuokumayı çocuklarına; ‘kendilerinigerici ve küçük bırakacağı’ fikrini dayatabilmektedir. Bu da kendine ait olanı ‘küçük’ görmeyi çocuklarının bilinçaltına yerleştirmekte ve çocuğun kökleriyle irtibatını kesmeye yol açabilmektedir. Köklerinden ayrılan köklerine yabancı kalır, hatta kökleriyle ters düşebilir.
Tales’i de okusun Gazali’yi de. Marks'ı da okusun Ebu Hanife'yi de. Aristo’yu da okusun Farabi'yi de. Hegel'i de okusun Ahmed-î Hanî ve Feqiyê Teyran’ı da. Darwin'i, Nietzsche'yi de okusun İbn Rüşd, Ahmet Yesevi ve Muhammed İkbal’i de. Ve bunların doktrinlerinden en iyileri seçip mezc ederek toplumunu daha ileriye taşısın.
Bizim kastettiğimiz özgürlük, değişim ve gelişim, köklerinden haberdar olan ve onları kendi asır ve zamanlarına göre aşılayarak, kökleri özerinden değişimi ve gelişimi sağlayabilecek özgür alan ve beyinlerin oluşumuna olanak sağlayacak bir özgürlüktür.
Bırakın çocuklar çocukluklarını doyasıya yaşasın! Tutsak ettiğimiz nice tutsakların özgür bırakılmasına!