Nereye?
Eksiklikler, rahatsızlıklar, aldatmalar, verimsizlik, akıl dışılık hüküm sürmekte ülkemde son zamanlarda. Yazık ki bunların hepsi de güzel ülkemde doğal sayılır oldu artık. Dünyanın pek çok yerinde yok bunlar.
Bizde ise adeta bir kural olmuş gibi…
Belirli kalıplar ve anlayışların bezdirdiği, tehditleriyle korkuttuğu insanlar sayesinde de varlığını sürdürmeye devam ediyor. Gölgesinden çekinen insanlar, söz söylemekten korkanlar sisteme can katıyor, değişmezliğin, gericiliğin garantisi oluyorlar. Düne baktığımızda toplumumuz belki az daha ileri, ama olması gerektiğinden çok çok daha geri…
Olması gereken; konuşan, istekleri olan, isteklerinin gereğini yapan, hakkını arayan, haksızlığa isyan eden, ne kendisine ne de başkasına haksızlık yapılmasına izin vermeyen insanlar ve onlardan oluşan bir toplum. Çağı paylaşan bir toplum…
Biz ise çok çok uzağındayız bunun… Ancak aklımızla, bilimle, emeğimizle, yüreğimizle ulaşabileceğimiz yerlere ulaşamıyoruz. Aksine küçük hesaplarla ve onu çıkmaz sokaklara götürmeye çalışanlara toplumun büyük bir kesiminin kulak vermesi ile zaman kaybediyor, hatta kendimizi bile kaybederek yok oluyoruz…
Gerçekten herkesin yakındığı ama kimsenin bir şey yapmadığı, yakınmakla yetinip, yakınmakla tatmin olduğu bir duruma geldik. Olabileceğinin en azıyla yetinmenin ortamı…
Nereden geliyor bu özellik? Tarih boyunca ‘tebaa’ olarak kalmış olmaktan mı? Sorgulamanın, hak aramanın uzun süre engellenmiş olmasından mı, geleneklerden mi? Demokrasiye hala alışamamış olmamızdan mı?
Bunlar ve daha yaşadığımız onca soruna çözüm bulamayışımız, onların çözümsüz olmasından mıdır? Yoksa onları çözmek için bir çabamız olmayışından mıdır? Çözümsüzlüğün nedeni; Türkiye’nin kaynak darlığı, ekonomik halsizliği midir? Çözüm getirecek yüreğin, hassasiyetin, ahlakın, siyasal iradenin eksikliğinden midir?
Bu sorunlarla dünyada karşılaşan ilk ülke biz miyiz? Yeni çözümler keşfetmek için mucizevi formüllere mi ihtiyacımız var? Yoksa çoğu, başka ülkelerde de yaşanmış ve büyük ölçüde çözümlenmiş sorunların deneyimlerine gözlerimiz mi kapalı?
Gerçekten Türkiye ve Türk halkı sorunlarını çözmek istiyor mu? Yoksa ‘bu sorunların çözümü yok’ demenin tembelliğine, bazı durumlarda kararlılığına mı kendini kaptırıyor? Olaylara, sorunlara bakıyor ama göremiyor, eliyle dokunup yüreğiyle hissedemiyor mu?
Şu güzelim, yalnız ülkemi izlerken düşünmeden edemiyorum. Acaba toplum olarak biz mi çok safız, yoksa bizi yönetenler mi çok akıllı? Ya biri ya öteki…
Her biri dörtten az çocuk yapmayan ve ardından devlet kapılarını ‘iş isteriz’ diye aşındıran çaresiz insanlar… Bir de ‘işsiz sayımız her geçen gün artıyor’ diye yakınıp, iş yaratmaya yönelik hiçbir projesi, düşüncesi olmayan bakanlar, başbakanlar…
Devlet bankalarını, kendi özel kasaları gibi kullananlar… Sonra dünyanın en yüksek oranda vergi ödeyen yoksul işçileri… Tüm dünyanın en yüksek emeklilik taksitlerini ödeyip, emekli maaşı kuyruklarına sabahın altısında girerek alan ve aldığı para market ihtiyacına bile yetmeyen, çile dolduranlar… Tüm dünyanın en yüksek sigorta primini ödeyip, eczaneden ilaç alamayan sigortalılar…
Hükümette kalabilmek uğruna, dün söylediğini bugün unutan ya da tam aksini söyleyen ‘ciddi ve sorumlu’ liderler!…
Gerçekten bizler ülke olarak, bunalımlara, çapsızlığa, kalitesizliğe mahkûm muyuz? Yoksa kendi zihnimizde, kendi bilinçaltımızda mı mahkûm ettik kendimizi?
Devlete, toplumun varlığını böylesine hor, akıl ve ahlak dışı kullanması bir görev olarak mı verildi? Yatırımlar yerine, verimsizliği finanse etmek, kutsal kitaplarda yazıyor da haberimiz mi yok?
Bu gidişle nereye varılacak? Bileniniz var mı?