Nereye Gömecekler?
Bir gece yarısı aniden, T.S.K. İmralı Ada Komutanlığı’ndan bir basın bildirisi yapılacak. Hükümlü Abdullah Öcalan’ın, saat 23.04 itibariyle öldüğü ve ölüm saatiyle raporunun tabip subaylarca tanzim edildiği, daha sonra da Cumhuriyet Savcılığı’na bildirildiği açıklanacak. Anadolu Ajansı’na düşen bu kısacık haberle birlikte, bütün televizyonlarda son dakika haberleri akmaya başlayacak. Abdullah Öcalan Öldü…
Adaya intikal eden sayısız uzman hekim muayenesiyle birlikte, ölüm resmi olarak tespit edilecek. Açıklamayı hiç gecikmeden Adalet Bakanı, bizzat kendisi yapacak. Ölüm nedenini ve ölmeden önce yapılan müdahaleleri bilahare açıklayacağını söyleyecek. Ülke ekranların başına kilitlenip izleyecek. Adaya çıkmasına izin verilen tek TV kanalı TRT’nin telaşlı yayıncılığına rağmen, gelmiş geçmiş en büyük izlenme oranlarını alması da, tarihe not düşülecek. Adadaki askerler, etrafta dolaşan bir takım avukatlar, doktorlar, yabancılar, diplomatlar, vekiller ve koşturmaca halindeki kalabalık, TRT’nin ekranlarından çıkıp evlerimize girecek.
Sabah gazetelerde manşetler patlayacak. Abdullah Öcalan Öldü. Alt manşetler devam edecek. Hükümlü Abdullah Öcalan, İmralı’daki cezaevinde yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Malum gazeteler: “Gereken müdahale yapıldı mı?” “İmralı’da şaibe!” ” Hangi yemeği sevmediği halde zorla yedirildi?” “İlacını zamanında vermeyen görevli kim?” İmralı’dan gizli ihbar mektubu var!” şeklinde manşetlerle gündem yaratacak. Bu manşetler etrafına toplanan koca koca adamlar, profesörler başlayacaklar ahkâmlara. “Hükümlü de olsa ‘demokratik’ hakları vardı…” “Cani değil, siyasi bir hareketin lideriydi.” “Neden Sağmalcılarda değil de İmralı’daydı?” “İmralı’nın sağlık yeterliliği tartışılır, kurtarılabilirdi.” diyecekler. TSK’ nın ihmali büyük diye yazacaklar. İmralı Komutanı’nın istifası istenecek. Komutanın eşi, kızı, annesi ve yedi sülalesi araştırılacak. Komutanın Hakkâri’de görevli bir teğmenken, teröristlerle çatışmaya girdiği ve ateş ettiği raporları, gazetelere boy boy fotoğraflarla düşecek. Acaba kaç kişiyi öldürdü diye parmak hesabı yapılacak. Böyle birisi nasıl İmralı’da görevlendirilir denerek, Genelkurmay’dan gereği istenecek. Adalet Bakanlığı’na ve hükümete toz kondurulmayacak. Zaten Başbakan kendi ağzıyla söyleyecek televizyonlarda: ”Sayın Öcalan’ın sabunu bile özeldi. Berberini ta Paris’ten getirtmiştik. Geçenlerde canı pastırmalı kuru fasulye çekmiş. Benim savcıma talimat verdim. Benim savcım da benim talimatımla pişirtip servis ettirmiş hamdolsun.”
Hükümetin, Öcalan’ı başka bir cezaevine nakletmekle ile ilgili olarak önceden verdiği bir teklif, nedense o gün meydana çıkacak. Herkes şaşıracak. Fakat devlet işi bu, gizli saklı yapılır diye şaşkınlıklar susturulacak. “Biz demokrat ve şeffaf bir hükümetiz ama devlet işinin hesabı verilemez” diyecekler. “AB Normlarına göre 9 metre üç santim olan kapısını bile değiştirip daha büyük yaptırdık ki, havadar olsun” diye ellerinde cetvellerle, o ekran bu ekran gezecekler.
Adalet Bakanlığı derhal bir komisyon oluşturacak. Mevta Abdullah’ın hükümlülüğünden sorumlu infaz ekibinin tamamı gözaltına alınacak. Donlarına kadar incelenecek, yedi cedleri araştırılacak. DNA’ları, soyları sopları, analarının telefon numaraları ve her şeyleri yazacak gazetelerde, internette ve televizyonlarda. Arada bir Adalet Bakanı açıklama yapacak. “Efendim iddialar var. Yargı değerlendiriyor. Hukuku rahat bırakın’” diyecek. Şüpheler var, iddialar var, araştırılsın diye ekranlara çıkacaklar. Ve bütün halk, televizyon camlarına yapışmış lekeleri ovalayarak, merakla izleyecek de izleyecek.
Kentinden köyüne bütün bir Türk halkı, ellerinde Türk bayrakları ile meydanlara inecek. Şehitler için sloganlar atılacak. Valilik polise talimat verecek. Kalabalık joplarla ve panzerlerle dağıtılacak. Mevta Öcalan aleyhine bağıranlar gözaltına alınacak. Hükümet üyeleri ve bakanlar demeçler verecekler.”Bir takım şer odakları, milleti bölüyor. Bu faşistliktir.” diyecekler. Türk bayrağı asmak tahrik olacak. Ay yıldızlı rozet takmak bölücülük olacak. Irkçılık olacak. Halkın bir takım hassasiyetlerine önem vermemek gerekçesiyle, bir sürü kişi gözaltına alınacak, sorgulanacak. Şehit anneleriyle röportajlar yapılacak. Milli Bayram ilan edilmesiyle ilgili demeçler verilecek. “Şimdi mezarını bekliyoruz, gömsünler de biliyoruz ne yapacağımızı!” diye bağıracaklar. Sonra hep birlikte Anıtkabir’e gidilecek ve saygı duruşunda bulunulacak. Arkasından miting meydanları bayram yerine dönecek. “Biz zaten asacaktık!” “Ölmeseydi, zaten darağacına gönderecektik!” türünden demeçler, alkışlarla taçlanacak.
Elbette ta Avrupalardan, Amerika’lardan heyetler gelecek. Bunlar gizli saklı bir halde adaya götürülecek. Cesedin üstündeki örtü kaldırılıp, ölü gösterilecek. ‘Vallahi kendi öldü, biz bir şey yapmadık’ diyecek Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı ve Başbakan bir ağızdan. Elbette K.Irak’tan sarıklı poşili bir heyet de gelecek hemen. ‘Taziye Ziyareti’ diye manşetler boy gösterecek.
Hükümet daima, her zaman ve bu tür her durumda olduğu gibi, bir süre sonra bir kez daha ne yapacağını şaşıracak. Ölünün bedeni İmralı’da kokmaya başlayacak. Ve halk nihayet bu soruyu soracak: “Ölmüş Abdullah nereye gömülecek?”
Meclisteki bir partinin ‘eş başkanları’ orada burada ellerinde mikrofon konuşacak. Birkaç STK kendi kendine kurullar yapacak, platform falan diye süslü püslü isimler koyacak. Her kavramın önüne demokrasi ibaresi yapıştırınca demokratik olduğunu sanarak, garabet bir halde ahkâmlara başlayacaklar. Tahrik son gaz devam edecek. Mevta Abdullah’ın fotoğraflarını basan penyeciler, bayrakçılar, afişçiler köşe olacak. Photoshoplarla dehalar, sanat eserleri yaratılacak. Kaşları inceltilmiş, bıyıkları düzeltilmiş, yanakları pembe pembe, sevimli mi sevimli ölmüş Abdullah’ın posterleri, kent panolarında yerini alacak.
Bir belediye başkanı hemen çıkıp, fırsatı kaçırmayacak. Belediyesinde yer alan ve üzerinde Yeşil kart bürosuyla bedava kömür dağıtılan binaların olduğu iki büyük caddenin ismini, ‘Abdullah Öcalan Bulvarı’ diye değiştirelim diyecek. Kent Konseyi, Eş Başkanlık Divanı, Barış ve Birlik Platformu isimli birileri, kendi kendilerine kararlar alarak destek verecekler. Malum medya altta kalmayacak. “Halkın haklı talebine, Savcılıktan geçit yok!” diye manşetler atacak. Bir bakacağız; Öcalan’ın hayatını anlatan onlarca kitap yazılmış. Ömründe kitap kâğıdını kese kâğıdı olarak kullanmaktan başka bir tecrübesi olmayan millet, kitap kurdu olacak. Öcalan’ın Gizli Notları, Öcalan’ın Önderlik Stratejisi, Bir Devrimin Hikâyesi isimli kitaplar, matbaalardan çıkar çıkmaz yüz binler satacak. Bu kitapların yazarları ekranları parselleyecek. Avrupa ülkelerine çağrılıp imza günleri düzenlenecek. Bunlar aydın olacak. Her yerde kitapları, makaleleri okunacak.
“Ölüm kutsaldır, ölünün arkasından konuşulmaz” diye basın açıklaması veren Diyanet İşleri’nin beyanına, badem bıyıklı gazeteciler destek verecekler. “Artık hesabını Allah’a verecek efendim, bırakınız mevtayı” diye, naatlarla köşelerini dolduracaklar. Gazetelerinin burun direklerini kıran mürekkep kokusunu, gül suyu bezeli sözcüklerle örtecekler. Mevta Abdullah’ın hafız olduğunu, her Ramazan ateşkes ilan ettiğini, annesinin başörtüsünü ve Kandil’e cami yaptırmayı bile düşündüğü yazacaklar. Hatta Heron’ların havadan çektiği cami arsasının görüntüleri, akşam televizyonlardan akmaya başlayacak. Ve eski edebiyatçı yeni köşe yazarı biri, köşesinde başlığını atacak.’ Çavani Ya Rahmetullah’ *Çavani: Nasılsın? ( Kürtçe )
Halfeti köyü Umre yerine dönecek. Mevta Abdullah’ın hiç bilinmedik akrabaları peydah olacak. Bunlar stüdyolara dolacak ve neler anlatacaklar neler. Meğer ne kahramanmış bu Abdullah! Küçükken tavukları kovalardı, çok güzel resim yapardı, muhteşem bir aşçıydı diye anlatacaklar. Hızlarını alamayacaklar ve bir tanesi anlatacak; “Tarlaya dadanan kargaları da kovalardı. O kadar yani…” diyecek.
Hükümet şaşkınlığını üzerinden atıp, cesedi bir an önce toprağa vermek istese de, gücü yetmeyecek. İmralı’nın etrafındaki sandallarda bekleşen gazeteciler, burunlarına mandal takacak. Her gün televizyonlarda tartışılacak, izlenecek; “Abdullah nereye gömülecek?”
Dağlardan ses gelecek. Hesap sorulacak diyecekler. “Anakentler dikkat etsin, intikam alacağız” diye tehditler yükselecek. Millet panikleyecek. Kamyonetlerde bombalar yakalanacak, mermiler çıkacak. Hükümet daha fazla vakit kaybedemeyecek. Hemen bir heyet oluşturulacak ve Ata uçağına atlayıp Beyaz Saray ziyaret edilecek. Bay Başkan o sırada cips yiyerek maç izliyor olduğundan, birkaç saat beklenecek. Nihayet Oval Ofis’e geçilecek, kapılar kapanacak. Başbakan Oval Ofis’in hikmetini ve şanını bilmediğinden, saf saf durumu anlatarak çözüm isteyecek. Odada baş başa kaldıkları Bay Başkan’a; “ Efendim, siz bizim stratejik ortağımızsınız “ diyecek. Bay Başkan perdeleri çekecek. Kapıları sımsıkı kapatacak. Sonra Başbakan’a güzelce bir çözüm verecek ve gerisin geriye yollayacak. Havaalanında iner inmez basın toplanacak ve sorulacak; “ Ne oldu Sayın Başbakan, ne görüştünüz? “ Başbakan önündeki bardaktan bir yudum su alacak. Peçeteyle ağzının kenarını silip boğazını temizleyecek. Ve sonra ‘Bu sır benimle mezara kadar gider’ diyecek.
Mevta Abdullah çürüyedursun, memleketin bir bölümünde temsili mezarlar kazılıp, temsili cenaze namazları kılınacak. Elbette bu cenaze namazları galeyana dönüşecek. Panzerler su falan sıkarken, bir bütün halinde ne kadar 16 yaş altı çocuk varsa taşlara sarılıp, güvenlik güçlerini taşlayacak. Suratları örtülü, kara kara çocuklar. Ellerinde taşlar, molotoflar ve dillerinde Atatürk’e küfürlerle, ortalığı yangın yerine verecekler. Cam çerçeve inecek. Dükkânlar yağmalanacak. Malum parti hemen açıklama yapacak. “Cenaze namazı ‘demokratik’ bir haktır” diyecekler. “Avrupa Birliği kıstaslarına göre, ‘özerk’ cenaze istiyoruz, vereceksiniz” diyecekler. “ Bu halka bir cenazeyi bile çok gören faşist zihniyeti kınıyoruz” diye konuşacaklar. Sonra İller Bankası’ndan yüz binlerce dolar para belediyeye gönderilecek. Kırdıkları döktükleri her şey tamir edilecek, yenilenecek. Ve olay esnasında zarar gören esnafın zararının karşılanması için binlerce lira para dağıtılacak.
Günler sonra kulislerde konuşulmaya başlanan bir dedikodu, gündeme bomba gibi düşecek. ‘Aslında Öcalan ölmemiş, devlet eliyle Avrupa’da bir kente kaçırılmış’ haberleri yayılacak. Hükümet hemen çıkacak ve beş yüz kişilik bakanlar, vekiller falan ma-aile, ufacık bir bakkal dükkânının açılış töreninde kurdeleyi keserken, Başbakan gürleyecek. “Bizi buraya getiren millet iradesidir, yalan söylüyorlar! Sayın Öcalan Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur!” diyecek. Muhalefet inanmayacak. Gazeteler, köşe yazarları, televizyonlar bu şüpheyi günlerce konuşacak. Abdullah’ın uzaktan cep telefonu ile çekilmiş güncel görüntüleri, Roma’da tuvalette otururken, Paris’te burnunu karıştırırken, küçük tüpte omlet yaparken gizlice çekilmiş resimleri, Facebook’da tıklanma rekorları kıracak. Herkes ölmüş Abdullah’ın ölmediğine inanacak. Elbette nakarat kaldığı yerden devam edecek. Bir süredir mecburen ’ İmralı’yı sürece dâhil edin’ diyemeyenler, bu kez kendileri de bilmedikleri bir yeri işaret edecekler ve ‘Orayı sürece dâhil edin’ diyecekler.
Ceset kokacak. O kadar ki adaya gizlice götürülen naftalinler, oda kokuları ve ernetler yetmeyecek. Adanın üzerinde dolaşan akbabalar, keskin nişancılarla vurulup düşürülecek. Adanın etrafındaki güvenlik şeridini ihlal eden zavallı birkaç balıkçı, günlerce kodeste bekletilecek. Adaya gidip çekim yapmaya çalışan gazeteciler tehdit edilecek. Gazetelerinden kovulacak. Hiçbir yerde “Öcalan Öldü” denmeyecek. Hatta ‘Bir gün nasıl olsa ölecek’ de denmeyecek. Ölmüş Abdullah’ın ‘ölmediğinin’ sanılmasının, herkesin daha hayrına olduğunda fikir birliğine varılacak. Hiçbir resmi açıklama yapılmayacak ve olay bir süre kendi mecrasında gidecek. Canlı bombalar patlamaktan vazgeçecek. Birileri yine İmralı’yı adres gösterecek. Birileri yine mevta Abdullah ölmemiş gibi, onun adına basın açıklamaları yapacak. Avukatları talimat üstüne talimat yağdıracaklar mevta Abdullah’ın ağzından. Bunlar sosyoloji doçentlerinin profesörlük tezi olacak. Bunlar yeni yetmelerin, aniden köşe yazarı olmasını sağlayacak. Bunlar ülkeyi AB. Normlarına taşıyacağız diye helak olanların ağzına sakız olacak. Millet olarak; ne güzel şeymiş demokrasi denecek. Diğer yüz binlerce hükümlü kıç kadar koğuşlarda ayak kokusuna bulanmış takvimlerde gün sayarken, adadaki ülkeyi yönetiyor, Başbakan’la dost olmuş, bir sürü gazeteci ahbabı, profesör mendilcisi, doçent peçetecisi var diyecekler. İşte demokrasi budur diye alkışlayacaklar Başbakanı. Bir çocuk ekranlara çıkıp, ‘Sizin önderiniz Atatürk’se, bizimki de Öcalan ‘ diyecek. Ölmüş Abdullah önderliğini, çürümüş haliyle de sürdürecek. Bir halkın önderi, adada çürüyen bir ceset olarak tarihe geçecek.
Bir süre sonra mevta Abdullah meselesi gündemden düşürülecek. Memlekette gündem yaratmaktan başka işi olmayanlar, imzasız mektuplardan gizli telefon dinlemelerine, kim olduğu belirsiz ihbarcılardan sahte belgelere varan bir dizi uydurmalarla, saltanatlarının olanca diktatörleşmiş halleriyle ekranlarda boy gösterecekler. Gazetelerin alt başlıkları ya da iç çamaşırsız verilen frikikli ‘sanatçı’ fotoğraflarının yanına sıkıştırılmış “Abdullah nereye gömülecek?” sorusu, doğudan batıya unutulup gidecek. Halkın bir kısmı işsiziz diyecek, ‘demokrasi var ya’ denecek. Bir kısmı geçinemiyoruz, yoksuluz diyecek,’ ırkçılık yapma’ denecek. Çiftçi ekecek tohum bulamayacak,’ küreselleştik maşallah’ denecek. Hayvancı ithal danayla çiftleştirilecek, ‘Vizeleri kaldırdık’ denecek. Bu mu adalet, yargı bu mu diye feryatlar yükselecek ama tespih zikirlerinin, cemaat ilahilerinin ve takunya seslerinin arasındaki feryatlar boğulup gidecek.
Adanın etrafında dört dönen gazeteciler, mevta Abdullah’ın sermayesine sarılmış vekiller, belediye başkanları ve yaşayan Abdullah’la var olup, ölmüş Abdullah’la ölen birileri yavaş yavaş öfkelenecekler. Halk artık Abdullah meselesinden bıkacak. Artık iş soracak, aş soracak. Çiftçi tarlasının hesabını, işçi fabrikasının kan davasını, hayvancı danasının düvesini güdecek. Yükselen sesler Başbakanlığa kadar gidecek. Fakat kulaklar tıkanmış olacak ki; cevap gelmeyecek.
En nihayet bir bütün halinde hepsi bakacakları ki; ölmüş Abdullah’ın ölüp ölmemesi kimsenin umurunda değil, yaşıyormuş gibi devam edecekler. ‘ Demokratiklik, Açılım, Barış, Analar Ağlamasın, Halkların Kardeşliği’ gibi içi boşaltılmış hayali kavramlarla süsledikleri konuşmalarına, üç beş başka Kırmançi kelime sıkıştırarak AB diyecekler, hukuk diyecekler, kriter diyecekler ve her defasında bir elleriyle burunlarını sıkıp, diğer ellerinin başparmağı ile İmralı’yı gösterecekler.
Adanın gassalı haftalardır yasaklı olduğu için evine gidemediğinden ve evine bir telefon bile edemediğinden, iyice sıkılacak. Gidip gelip ölmüş Abdullah’a bakacak. Elinde kalan pamuğu tıkayamadığından, dilinde kalan duayı salamadığından ve görevini bir türlü yapamadığından ötürü, her akşam televizyonun başına geçip Başbakan’ı dinlerken, kendi kendine düşünecek: “Abdullah nereye gömülecek?”