Ne Kadar Gerçekçi Bir Milletiz?
Türkiye’nin tekli rakamlarda enflasyon yaşadığı neredeyse davul zurna ile ilan edildi...
2007’deki enflasyon artışı üretici fiyatlarında 6,31, tüketici fiyatlarında ise yüzde 8,76 olarak açıklandı.
Bu rakamlara göre, ülkede herşeyin güllük gülistanlık olduğunu anlayabilirsiniz. Hayat toz pembe bir şekilde devam ediyor.
Yalnız, ATO’nun açıkladığı rakamlara bakarsanız da, enflasyonun yüzde 40-50 seviyelerinde olduğu iddiasını da görebilirsiniz.
Gelin şimdi hangisine inanalım.
Zaten, oldum olası rakamları inandırıcı bulmamışımdır. En son örneği de enflasyon rakamları. Biri devletin açıkladığı rakamlar, diğeri de Türkiye’nin en ciddi sivil toplum örgütlerinden birinin akademisyenlere yaptırdığı bir araştırmanın sonucu!..
Acaba hangisi doğru?
Rakamlarla oynayarak halkı kandırmak ne kadar kolay değil mi bizim ülkemizde?
Bakın, yıllardan beri Türkiye’nin ne dış, ne iç ne de toplam borcu ile ilgili kesin bir rakam bulmak mümkün değil!..
Her kurum ve kuruluş farklı bir rakam ortaya atıyor. Kimine göre 350 milyar dolar, kimine göre 400 milyar dolar, kimine göre de 485 milyar dolar.
Arada da uçurumlar var!.
Öyle ki, 80’li yılların başında rahmetli Turgut Özal’ın 1 milyar dolar borç bulmak için dünyayı dolaştığını düşünürsek ve o 1 milyar doların Türkiye için ne kadar önemli olduğunu kabul edersek, aradaki yaklaşık 150 milyar dolarlık uçurumu daha iyi kavrayabiliriz.
Dünya’da gelişmişlik düzeyine ve güçlü ülke imajına baktığımızda, nüfusun mu daha çok olduğu, yoksa sanayinin mi daha geliştiği ülkelerin en güçlü olduğunun ayrımına da varıyoruz.
Öyle ya, nüfusa baktığımızda en güçlü ülkenin Çin, ardından Hindistan, sonra Rusya, tek bir ülke kabul ederseniz AB’nin gelmesi gerekir. Bu arada Pakistan ve Bangladeş gibi ülkeler ile Brezilya’nın da başı çekecek nüfus yoğunluğuna sahip olduğunu dikkatlerden kaçırmamak gerekir.
Fakat, hepimiz biliyoruz ki, bugün ABD geçmişten gelen bir güçle, dünyanın tek hakimi. Bu gücünü, hem sanayisinden, hem teknolojisinden, hem de 50 küsur devlet yapısı olmasına karşın, ilk önce “Amerikalıyım” deme içgüdüsünden aldığı kuşkusuz.
Biz Türkler de, bir kolaycılığa kaçış anlayışımız var ki, bundan bir türlü kendimizi sıyırıp da kurtaramıyoruz.
Yıllar yılı, “Bizi bölmeye uğraşıyorlar... Bizi parçalamaya uğraşıyorlar... Bizi çekemiyorlar... Bizden korkuyorlar...” hamaset edebiyatı ile birlik-beraberlik sergileyeceğimize sanki, için için bizi bölmeye, parçalamaya, yok etmeye çalışanlara da gizliden gizliye destek veriyoruz.
Bir at kadar bile olamıyoruz!..
Şimdi ne ilgisi var diye bir bakış attığınızı görür gibiyim.
Öyle ya, bir at bile istemediği, sevmediği birini sırtında taşımıyor, üstünden silkeleyip atıyor.
Geçtiğimiz günlerde ölen bu atın, istemediği için üzerinden attığı şahsı da tüm dünya tanıyor, biliyorsunuz...
Şimdi bir de bizi düşünelim.
Yıllar yılı, bırakın yıllar yılını, neredeyse yüzyıllardır Fransızını, İngilizini, Almanını, Amerikalısını sırtımızda taşımıyor muyuz?
İşte bu yüzden, bir at kadar bile olamadık.
At sırtından atıyor da, biz millet olarak bir silkinip de bu sırtımıza at sineği gibi yapışanları atamıyoruz, onlardan kurtulamıyoruz...
Kurtulamadığımız gibi, üstüne üstlük ülkeyi de her geçen gün, onların isteği doğrultusunda yönetiyoruz, onların istediği gibi şekillendiriyoruz.
Bakın, Merkez Bankası’nı İstanbul’a taşıma fikri, sanırım bizim hükümetin aklına gelen bir eylem biçimi olmasa gerek... Merkez Bankası ile başlayıp, sanıyorum ki, devamı da gelecektir...
Korkum, bu kamu kurumlarının yavaş yavaş İstanbul’a taşınmasının ardından, İstanbul’un başkent ilan edilip, ardından da Türkiye’nin hani hiç sevmediğimiz o haritalardaki görüntülerde gösterildiği gibi Kürdistan, Ermenistan şeklinde bölünmesine mi geçileceğidir.
Bu korkumu da, daha fazla besleyen diğer korkum ise, Türk insanının ne kadar duyarsız ve olaylara karşı ilgisiz olduğunu bilen dış güçlerin, bizim bu özelliğimizi de kullanarak, bu düşüncelerini daha kısa süre içerisinde gerçekleştirmek için hazırlıklarını sürdürmesidir.
..................................
Bir başka üzerinde anlaşamadığımız nokta ise yeraltı zenginliklerimiz ile yer üstü zenginliklerimizin farkına varamayan bir toplum olmamız, sanırım.
İsrail, uzun yıllar uğraşarak, kendisine çölde bir vaha yaratarak, burada her türlü organik meyve ve sebzeyi yetiştirip, 11 ay yaptıkları çiftçilik ile çöl toprağında ürettikleri ürünleri dünyaya pazarlarken, biz her geçen gün, başta tahıl olmak üzere dışa bağımlılığımızı gittikçe arttırmanın sakıncalarına kör gözle bakmayı da sürdürüyoruz.
Gülmeli miyiz, ağlamalı mıyız, üzülmeli miyiz, sevinmeli miyiz, farkında bile değiliz böylesine ucube bir duruma!..
Bakın, dünyanın oksijen bakımından en zengin ikinci bölgesi olan Kaz Dağlarını bile üç-beş ton altın uğruna katletmeyi bile marifet sayıyoruz, kendimize.
Acaba, zenginlik yer altında altın mı, yoksa insan yaşamı için vazgeçilmeyen oksijen mi? Bunu bile göremiyoruz.
Yer altından çıkarılacak altının parasal değeri, yer üstünde katledilecek ağaçların, doğa güzelliğinin, çevre yokoluşunun karşılığı mı kalacak? Oralarda, binlerce yıldır doğanın, insana sunduğu bol oksijen, üç-beş ton altınla bundan sonra sona mı erdirilecek?
Böylesine bir çevre ve doğa katliamı, herhangi bir gelişmiş Avrupa ülkesinde meydana gelseydi, bırakın üç-beş sivil toplum örgütünü, tüm ülke ayağa kalkar, dünyayı dar ederlerdi.
Peki bizde öyle mi? Üç beş cılız ses çıktı, onlar da çok çabuk susturuldu. Çünkü, karşılarında uluslararası güçte şirketler vardı ve onlar zaten çoktan işi bağlamışlardı. Eğer millet olarak karşılarına dikilebilseydik, bırakın sadece Kaz dağlarını kurtarmayı, ülkeyi bile kurtarabilirdik!..
Dedim ya, bizi bizden daha iyi tanıyan ve bizim de umursamazlığımızı alabildiğine kullanan dış güçler, nasıl olsa bizlerin herhangi bir eylemde bulunmayacağımızı öylesine iyi biliyorlar ki, ülkemizdeki her işlerini de tereyağından kıl çeker gibi gerçekleştiriyorlar...
Dilim varmıyor, ama şu söz bizi gerçekten çok iyi anlatıyor; “Su akar, Türk bakar!..”
Sanırım başka söze hacet yok...
Haa bir de, toplumun bu duyarsızlıklarını dile getirdiğimizde, bizi eleştirenler, bir nebze olsun, toplumu harekete geçirmeyi kendilerine görev edinseler, aslında çok daha iyi bir iş başaracaklar yaaa...