Ne İdim, Ne Oldum (Aslında Bir Avuç Hüzün)
Bundan yıllarca önce, 28 Şubat sürecinde Türk ordusunun generalleri “afi” kesiyorlardı. Türkiye’nin seçilmiş başbakanına ulu orta hakaret edip direktif veriyorlardı. Memleketin medar-ı iftiharı, en birinci vatanperverleri olan bu zatların astığı astık, kestiği kestikti.
Şimdi görüyoruz ki, Adana’da cumhuriyet bayramı kabul törenine gelen başörtülüler salona girince adeta kaçarcasına arka kapıdan salonu terk etmişler.
Ricat askeri terimdir, düşman karşısında kontrolsüzce geri çekilmedir. Yani bir nevi yenilgidir, hezimettir.
Bu bir ricat-mıdır?.. Aslında değildir. Çünkü ricat, her ne kadar cepheden kaçış olarak bilinse de, eğer cephe vatan toprağında ise buna ricat demek gerekir diyorum. En azından bu yazı için. Bulunulan cephe vatan toprağımıdır? Yoksa işgal edilmiş topraklar-mıdır?
Eğer işgal edişmiş topraklarsa buna ricat denilmez demiştim. Bu fütursuzca gelindiği gibi fütursuzca gitmek demektir.
Geriye dönelim, 1920’lere;
Bu vatanın genci, yaşlısı, zengini, fakiri bütün Anadolu yekvücut olup vatan topraklarını özgürleştirdi. Elbette bu hareketin önderleri olacaktı. Önderlerin de bir başı. Bu teşkilatlanmada öyle afakî bir durum olmadığı gibi, bir yerden sonra Osmanlı teşkilatçılığının bir ürünü olarak da görülebilir. Ya da altı yüz yıl Anadolu’da kökleşmiş Türk milletinin kendi kendini organize etmedeki mahareti olarak da görebiliriz.
Her ne sebepten olursa olsun, bu örgütlenmeyi sadece bir kişinin maharetine ve cevvalliğine bağlamak saflıktan öte birtakım hesapların sonucu olarak görülmelidir.
Hal böyle olunca, işgalden kurtuluş savaşını yöneten unsurların yani bu mücadeleyi yapan “elit kadro”nun diğer unsurlarının da ne dediğine bakmak gerekmez-miydi? Ne yazık ki savaştan sonra iktidar koltuğuna oturan güçler buna cevaz vermedikleri gibi, kendi dışındakilerin tavırlarını karşı devrim olarak algılamışlardır. Bilindiği gibi(aslında tasfiye için) birtakım suni suçlamalarla yargılamışlardır.
Ve ülkenin geleceğini halka rağmen şekillendirmek istemişler, ne yazık ki sorunları sadece ötelemekten başka bir şey yapmamışlardır. Ayrıca öyle bir rejim yaratmışlardır ki ülkemizi meydana getiren unsurların hiç biri memnun olmamıştır ve hala memnun değiller.
Yine ne yazık ki, yaptıkları “devrimleri” gerçekten devrim zannetmişler, bununla ülkenin aydınlığa kavuşacağını, modern bir toplum olacağını ummuşlar, kalben inanmışlardır. Ve ne garip ki rakiplerini tasfiye ettikten dört yıl sonra “devrimlerin” yerli yerine oturduğunu zannederek rakiplerine parti kurma izni vermişlerdir. Yani artık kimsenin mevcut sistemi bozamayacaklarını zannetmişlerdir.
Böyle düşünmekle de ülkenin yeniden tasarlaması konusunda ne kadar sığ düşündükleri ortada değil mi? Ve kendi toplumunu ne kadar az tanıdıklarının ispatı değil mi?
Ne var ki yaptıkları sözüm ona devrimlerin aslında deli gömleği gibi halka giydirilmeye çalışılmış, hatta sadece iliştirilmiş olduğu seksen yıl sonra ayan-beyan görüldü.
İşte bundan dolayıdır diyorum ki, dokuz yüz yirmi üçlerde temelleri atılmaya çalışılan, ama aslında başkasının toprağında kaçak inşaat yapmaya çalışanların bekçileri olan bu ordu(ordumuz) aslinde bir işgalin bekçileridir.
Yani ordumuz aslında ricat etmemiş, asıl yerine geri döndürülmeye başlanmıştır. Ne yazık ki hala “inadım- inat” desturu ile yine bana göre “son derece yakışıksız ve aptalca” davranışlar sergilemektedirler.
Bugün eğer komplo teorisi üretme günüm olsa idi, bu davranışlara bir şeyler uydurmam işten bile değildi.
Artık gereği yok, her şey kendini ele veriyor;
Bu yıl ki cumhuriyet bayramında (dolaylı da olsa) bu halk tarafından seçilen cumhurun reisinin davetine icabet etmemek nezaketsizlikten öte bir davranıştır. Bu aynı zamanda maaşının bir kısmını ödeyenlerin, yani generallerin çoluk çocuğunun ekmeğinin yüzde altmışının o beğenmedikleri başörtülüler tarafından sağlandığının idrakinde olmamak, ya da göz ardı etmek hangi nezakete, hangi ahlaka sığar?
Ve ne yazık ki, hala var olma sebebi saydıkları ve olmazsa olmaz kabul ettikleri “Atatürk’ün ordusu” kavramına sarılarak kendilerini “Türk ordusu” deryasından avuç içi kadar göllete hapsetmeye devam ediyorlar.
Yazık, çok yazık…
Sevgili Yakup Halıcı,"Ne İdim,Ne Oldum" başlıklı ve son derece önemli ve anlamlı yazınızın altına kanımla imzamı atar,Allah bilginize, kaleminize ve beyninize sağlık sıhhat versin diyerek saygılar sunarım.Ahmet Yenin-Ünye
Kasım 1st, 2010 at 13:15