Nasrallah’ın İlkesizliği Pragmatizmi
Lübnan’daki Hizbüllah hareketi lideri Nasrallah’ın Tunus’ta başlayan Arap Baharı, Irak ve Afganistan olayları hakkındaki konuşması İsra Haber Ajansı tarafından 3 Ocak 2012’de yayınlandı. Aslında Nasrallah’ı takip edenler için bu konuşmada bir yenilik yoktu. Ancak pek çok olay hakkında genel bir değerlendirme yapmış olması konuşmaya bir önem katmıştır. Lübnan’da önemli bir mücadelenin içinden gelen, hatta liderlik edenlerden birisinin bütün bu olayları nasıl algıladığını, sevenleri ve muhalifleri açısından pek çok unsuru da kapsaması bakımından da konuşma haber değeri taşımaktadır.
Konuşmaya dikkat edildiğinde, bir ülke için makul olan bir hususun başka bir ülke için son derece yanlış ve kusurlu bulunmasıdır. Nasrallah Arap Baharı başlığı altında, Tunus, Libya ve Mısır’daki halk hareketlerini olumlu ve değerli bulduğunu açıklamıştır. Kuzey Afrika’daki halk hareketlerinin ortak bir liderliği olmamıştır. Farklı anlayışları ve görüşleri olan muhalefet partileri mevcut iktidarı devirmek için bir araya gelip ittifak etmiştir. Tunus muhalefetinin, İsrail ve ABD’ye karşı ortak bir görüşü ve tutumu var mıdır? Halen daha bu sorunun cevabı yoktur. Tunus diktatörü Zeynelabidin bin Ali, ülkeyi çabucak terk ettiği, ordu ve polis güçleri de halka karşı direnmediği için, Tunus’ta iktidar değişimi daha çabuk ve daha az kanlı olmuştur. Tunus’taki muhalefet hareketini de AB üyeleri ve ABD desteklemiştir. Fransa işin başında Diktatör Bin Ali’den yana olduğu halde onun düşmesi kesinleşince, muhalefetten yana olduğunu ilan etmiştir.
Ancak Libya’da Diktatör Kaddafi halkın muhalefetine rağmen direnmeye devam etti. İç savaş çıktı. ABD ve AB üyelerinin askeri ve malzeme desteği ile Libya muhalefeti Kaddafi’ye bağlı güçlere karşı yaklaşık bir yıl süren bir savaş yürüttü. Libya muhalefeti de çok farklı hiziplerden oluşmuştur. Farklı görüşleri savunmuştur. Üstelik Kaddafi’ye karşı bu savaşı da AB ve ABD desteği ile yürütmüştür. AB, ABD ve İsrail’e karşı Libya muhalefeti bir açıklama da yapmamıştır.
Mısır’da Tahrir meydanında başlayan muhalefete karşı Mısır ordusu karşı koymadı. Tarafsızlığını ilan etti. Bu durum ister istemez Mübarek’in düşmesini hızlandırdı. Mısır en büyük Arap ülkesi olması bakımından, İsrail’le olan antlaşmaları bakımından çok farklı siyasi ve askeri özellikleri olan bir ülkeydi. Ancak Mısır muhalefeti de tek bir hizipten oluşmadığı için İsrail’e, ABD’ye ve AB’ye karşı değişik görüşler muhalefetteki hiziplerce sahiplenilmiştir. Buna rağmen Mübarek iktidarının İsrail ve ABD yanlılığından şüphe edilemediği için o iktidarın devrilmesi, Mısır’da yeni iktidarın eskisi gibi İsrail ve ABD taraftarı olamayacağı peşinen kabul edilmiştir. Ancak Mübarek’in devrilmesinden sonra ordunun iktidarı belirleme isteyen tutumu, Mübarek döneminin bütün siyasi tercihlerinin bırakılmayacağı kuşkularını da arttırmıştır.
Nasrallah’ın konuşmasına bakıldığında, siyasette birinci sırada önem verdiği konunun İsrail ve ABD karşıtlığı olduğu görülecektir. Ona göre zaten bir siyasi hareketin meşruiyeti de buradan olabilir. Onun çok önemsediği bu görüşle Tunus-Libya-Mısır devrimlerinin heyecanla karşılanması zorlaşmaktadır. Mısır ve Tunus’un durumları tartışmalı olsa bile Libya’da fiilen batılı ülkelerin ortak desteği ile yürütülen bir iç savaşın sonunda Kaddafi’nin devrilerek muhalefetin iktidar olması Nasrallah’ın savunduğu önem verdiği temel ilke bakımından bırakınız devrim sayılmasını mahkum edilmesini gerektirmektedir. Ancak Nasrallah, Mısır-Tunus devrimleri gibi Libya’daki iktidar değişimini de “devrim” saymakta ve selamlamakta bir sakınca görmemiştir. AB-ABD ve İsrail’le işbirliği yapmamak, karşı olmak gibi çok önem verir gördüğü ilkesini çiğnemektedir. Kuzey Afrika’da kolayca feda edilip çiğnenen bu ilke başka bir yerde, Suriye’de her şeyi açıklayan, her şeyin meşruiyetini tayin eden temel bir kurala dönüşmektedir.
Nasrallah’ın düşman algısı, İsrail, ABD ve Tekfirciler dediği Selefi/Vehhabi görüşten oluşmaktadır. Böyle bir düşman tanımının İslam Ümmetini kapsayıcılığı kuşkuludur. Selefilerin genel olarak Şiileri tekfir etmeleri nedeniyle Nasrallah’ın düşman algısı içinde yer aldıkları savunulabilir. Selefilerin tekfir için gerekçe saydıkları tutumlarının şüpheli olduğu açıktır. Ancak Selefilerin kendi anlayışları dışında kalanları tekfir etmede çok rahat davrandıklarının karşı örneğini Şiiler oluşturmuyor mu? Onların da Selefileri kolayca tekfir ettikleri hatta İmamet anlayışını imanın bir rüknü saydıklarından, İmameti imanın rüknü saymayanları kolayca tekfir edebildikleri de bilindiği gibi bunu sahabe dönemine kadar da uzattıklarına da şahit olunmaktadır. Selefilerde görülen bu sorunlu tutumun İslam Ümmetini kapsamakta oluşturduğu ciddi sakınca ayniyle Şiiler içinde geçerli olduğu halde Nasrallah olaya tek yanlı bakmaya devam etmektedir. Tek yanlı bakışının en çarpıcı örneklerinden birisini de Afganistan olaylarını analiz ederken ortaya koymaktadır.
Afganistan’da 2001’den beri Nato’ya ABD’ye karşı efsanevi bir savaşın yürütüldüğü bilinmektedir. ABD ve İsrail’e karşı olmayı her şeyin üstünde tutan Nasrallah, Afganistan’da Nato’ya, ABD’ye karşı savaşan Taliban’ı, El-Kaide’yi “İslami hareket” bile saymamaktadır. Örtülü bir şekilde tekfir etmektedir. Taliban’ın ABD’ye karşı savaşı Afganistan ve Pakistan’la sınırlı iken El-Kaide’nin ABD’ye karşı savaşı küresel ölçekte sürmektedir. Her şeyi ABD ve İsrail’e karşı olmakla, onlarla savaşmakla açıklamayı tercih eden Nasrallah niçin Taliban’ın ve El-Kaide’nin bu savaşını yok saymaktadır? Muhtemelen onların Selefi olmalarından ve İran’a da karşı olmalarından olmalıdır. Afganistan örneğinde görüldüğü gibi, Nasrallah’ın ABD ve İsrail’e karşı savaşılması amacı değişebilmekte, arizi olabilmektedir. Hatta Afganistan örneğinde görülecektir ki, Taliban ve El-Kaide karşıtı görüşleri ile Nasrallah pekala bu konuda ABD’ye yakında durmaktan kaçınmamıştır. Nasrallah’ın bu tutumunu İslam Ümmeti’nin genel menfaatleriyle açıklamak hayli müşküldür. Nasrallah konuşmasında birde Afganistan’da ABD’ye karşı kazanılan savaşa, zafere sahip çıkarak ilkesizlikle açıklanabilecek başka bir örneği de ortaya koymaktadır. Çünkü Afganistan’da Taliban ve El-Kaide’nin ABD’ye karşı olan savaşı yok sayılır değersiz görülürse, bunun dışında orada bir savaş var mıdır? Hayır yoktur. Nasrallah’ın konuşmasının içeriğinde İslami ilkelerin yoksunluğunun yanında mantıki bir tutarlılıkta yoktur. O düşman saydığı selefilerin (Taliban ve el-Kaide’nin) Afganistan zaferini de “Afgan halkı” diyerek hayali bir adrese havale ederek kendince sahiplenerek siyasal bir tutarsızlık, pragmatizm yapmaktadır. Çünkü Nasrallah için bir hareketin İran’a karşı tutumundan ve Selefiliğinden daha önemli bir husus yoktur. ABD ve İsrail karşıtlığı söylemi işte bu önemli hususu kapatan bir örtü gibidir.
Nasrallah’ta görülen fanatizm derecesindeki İran ve mezhep bağlılığı Irak olaylarının analizinde de kendisini göstermektedir. Irak’ta halkın zaferi ile ABD’nin işgalinin bittiği gibi uçuk bir iddiayı savunmaktadır. Öncelikle hatırlanmalıdır ki, 20 Mart 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal hareketinin başlamasından önceki 2-3 yıllık dönemde, Irak Muhalifleri adı verilen hizipler, New York, Londra, Ankara gibi şehirlerde toplandılar. Saddam sonrasında Irak meclisinde hükümetinde hangi hizip kaç sandalye ile temsil edilecek ve Irak’ta tekil değil federatif bir devlet kurulacak gibi konularda antlaşmalar yaptılar. İşgal sonrasında bu hizipler (Türkmenlerin dışında) istediklerini aldılar. İşgalin başlaması ile birlikte, Irak’ta Sünni Nüfusun çoğunluğu oluşturduğu; Baküba, Musul, Diyala, Selahaddin, Tikrit, felluce, Kerkük, telafer ve Bağdat’ta bir direnişte başlamış oldu. ABD bu direnişe karşı çaresiz kalınca İran’da üstlenmiş olan Bedir Tugaylarının Irak’a dönmesine izin verdi. Mukteda Sadr’ın taraftarlarının da Mehdi Ordusu adıyla silahlı bir milis halinde teşkilatlanmalarına da izin verdi. Kürt Peşmergeleriyle birlikte adı geçen bu silahlı milis hizipleri işgalci ABD askerlerinin yanında direnişi ezmek için büyük katliamlara ortak oldular. Katliamların en vahşi, örnekleri Felluce ve Telafer’de yaşandı. Zamanla Direnişçi hizipler ve işgalci ABD ile birlikte hareket eden hizipler arasındaki çatışmalar (ABD’nin de desteği ile) mezhep savaşı diye isimlendirilen facialara kadar uzandı. Yine Saddam Hüseyin’in idamını gerçekleştirenler Sadr hizbine bağlı oldukları için idam esnasında Sadr lehine sloganlar atarak bağırmışlardı. Buna rağmen Sadr Hizbi/Mehdi Ordusu ile ABD askerleri arasında başta Necef olmak üzere bazı yerlerde zaman zaman geçici çatışmalarda ortaya çıktı. Ancak ABD müttefiki diğer hiziplerin aracılık etmesiyle bu çatışmalar, Mukteda Sadr’ın İran’a gitmesiyle tatlıya bağlandı. Buna karşılık ABD’de hiçbir zaman Mehdi Ordusunu ortadan kaldırmaya yönelmedi. Onun varlığına, teşkilatlanmasına, büyümesine izin verdi. İşgale karşı mücadele esnasında Nasrallah hiçbir zaman direnişçileri destekleyen açıklama yapmadı. Aksine direnişçi, hizipler başta El-hekim olmak üzere pek çok önde gelenlerce “terörist” olmakla suçlandı.
ABD Başkanı Obama daha adaylığı esnasında Irak’taki ABD askerlerini 2011 sonunda tümüyle geri çekeceğini açıklamıştı. Bu vaadinde durdu ve Irak’ı boşalttı. ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra Nasrallah’ın ortaya çıkarak; orada ABD’ye karşı bir halk zaferinden söz etmesinin mesnedi var mıdır? Hangi halk? Mehdi Ordusu, Bedir Tugayları ve Nuri El-Maliki etrafında toplanan halk (Şii Araplar) zaten ABD’nin müttefiki değil miydi? Adı geçen hizipler başından beri Irak’ta hükümetlerin koalisyon ortağı olmuştur. ABD işgalindeki Irak’ta ABD ile savaşan hiziplerin hükümette koalisyon ortağı olabileceklerine kim nasıl inanabilir? Sünni Arapların içinden direnişe destek verenlerde 2005’ten itibaren Sahva adlı milislerin oluşması ile dir ki zamanla bu desteklerini çektiler. Direnş Sahvaların saf değiştirmesiyle giderek etkisini gücünü yitirdi. Nasrallah vb kimselerin dilinde Irak’taki direnişçiler “Baas artığı, Selefi, tekfirci, el-kaideci” iken şimdi birden bire direnişe sahip çıkılması, Irak’ta çiğnenen bir ilkenin aklanma çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü İsrail ve ABD’ye karşı olmak, savaşmak meşruiyetin temel ölçüsü sayılırken, Irak’ta İran ile de çok iyi ilişkileri kuşku götürmeyecek olan Mehdi Ordusu ve Bedir Tugayları ABD ile işbirliği yaparak koalisyon ortakları oldukları gibi Felluce ve Telafer gibi şehirlerdeki direnişlerin kırılması için yapılan vahşi katliamlara da ortak oldular.
Aynı durum Afganistan’da da yaşandı ve Taliban döneminde çok mağdur edilen Şii Hazaralar ABD işgaline karşı tepkisiz kaldıkları gibi, işgalden sonra da Karzai yönetiminde iktidar ortaklarından birisi haline geldiler. Nasrallah “tekfirci” dediği Selefilerin Irak ve Afganistanda işgalci ABD’ye karşı yaptıkları savaşı sahiplenir gibi yapması, bir rol kapma heyecanı olduğu kadar, ilkesizliğin de misalidir.
Nasrallah, Suriye’deki Baas diktasının,İsrail ve ABD’ye karşı olmasını “bir sabite” olarak saydığını iddia etmektedir. Önceki örneklerde görüldüğü gibi bu sabite Tunus, Libya ve Mısır’da söz konusu edilmemiştir. Ülkeden ülkeye değişen bir esnek/oynak kural sabite olarak nitelendirilebilir mi? Nasrallah Suriye’nin Basçı katillerini “direniş rejimi” diye kendince taltif etmektedir. Bu aslında sabite dediği kuralın tekrarıdır. İçi boştur. Lakin Suriye Baas rejimi 1963’ten beri hangi konuda ABD’ye karşı direnmiş ve ne elde etmiştir? Bu süre içinde kaybettiği Golan Tepelerini geri alabilmiş midir? Geri almak için bir savaşı göze alabilmiş midir? Hayır Basçı katiller bunların hiç birisini yap(a)mamıştır. Ama Basçı katiller 1963’ten beri kendi mazlum halkının feryatlarına karşı direnmiştir. Nasrallah, Basçı katilleri savunmak için onların “reform yapma” isteklerinden söz etmektedir. Bir yönetimin meşruiyeti bu istekle tayin edilebilir mi? Saddam Hüseyin “bana fırsat verin, zaman verin reform yapayım” deseydi acaba Nasrallah ne derdi? Saddam’ı kayıtsız şartsız devirmek için ABD ile işbirliği yapan Irak muhalefetine karşı Nasrallah’ın bir tek cümlelik itirazı olmamıştır. Suriye’de sorun olan Baastır. Sorunun kendisine, reform yapıp işleri düzelteceğine kim nasıl inanacaktır? Nasrallah bununla, Basçıların zaman kazanmasını, bu kazanılan zamanla birlikte Suriye’deki muhalefetin etkisizleştirilmesini murad ediyor olmalıdır. Nasrallah herkesçe bilinen konularda bile taammüden yanlış konuşmaktadır. 1982’de Lübnan’da ABD planının Suriye’nin çabası ile gerçekleşmediğini iddia etmektedir. Oysa Lübnan’da Filistin kamplarında büyük katliamlar yaşandı 1982’de. FKÖ savaşçıları tv’lerden adeta naklen yayınla Lübnan’dan koparılarak Kuzey Afrika’ya sürgün edildiler. Hafız Esad’lı Baas rejimi buna karşı ne yapmıştır? Lübnan’da on binlerce Suriye askeri varken İsrail’le çatışmaya bile girmemiştir. Direniş bunun neresindedir? Irak işgali esnasında ABD hegemonyasına karşı Suriye ne yapmıştır? İran ne yapmıştır? İtiraz eder görünerek ortak düşmanları Saddam’ın ABD eliyle yıkılmasını sevinçle karşılamışlardır. Aksi bir davranışlarına dünya şahit olmamıştır. Bir tek Nasrallah şahit olduğunu iddia ediyor ama bir örnek veremiyor. Çünkü böyle bir şey yoktur. Suriye’nin desteği ile Irak-Filistin ve Lübnan’da zafer elde edildiği iddiası ne kadar temelsiz ve boş bir iddiadır. Suriye muhalefetinin ABD’yi kızdırmamak için “Filistin ve ulusallık adına bir şey söylemediği” iddiası bir iftira niteliğindedir. Diyelim ki bu iddia doğrudur. Bedir Tugaylarının, Mehdi Ordusunun, Libya Muhalefetinin hatta Mısır muhalefetinin Filistin hakkında bir görüşü bir kararı olmuş mudur? Onları alkışlamak için gerekli olmayan bu kural niçin Suriye muhalefetini mahkum etmek için bu kadar önemli sayılmaktadır? Böyle bir sabite olmaz. Bu durum bir çifte standarttan başka bir şey değildir. Şam ve Halep’te halkın çoğunluğu “Esat’tan yanadır” bunun için de Suriye halkının çoğunluğu rejimi desteklemektedir iddiası haksız ve yersizdir. Dokuz aylık iç savaşın kaçıncı ayında Libya’da Başkent Trablusgarp’ta halk gösterisi olabilmiştir? Diktatörlerin işgali altındaki şehirlerde hele başkentlerde muhalefetin gösteri yapması elbette kolay değildir. Elbette Nasrallah bunu bilir Ama Suriye’deki katilleri aklamak için taammüden bu yanlışları söylemektedir. Suriye’deki rejimin devrilmesinin “Suriye halkının bölgenin zararına olduğuna” Nasrallah karar veriyor. Çünkü % 10’luk bir Nusayri halk desteği olan Baas idaresine karşı Suriye halkı hemen her gün özellikle Cuma namazlarından sonra neredeyse bütün Suriye’de kurbanlar vermektedir, ancak Nasrallah dışarıdan bunu yapmayın sizin zararınızadır diyebiliyor. Suriye halkı kendi faydasını, zararını tayin etmekten aciz olduğu için mi Nasrallah dışarıdan onları, faydasını, zararını bilmez bir halk olarak vasıflandırmaktadır? Suriye halkı sokakları, mücadele meydanlarını terk ederek kendisinin katilleri ile diyaloga geçmeliymiş. Yılların inkılapçısı Nasrallah’ın bulduğu formül budur. Bu görüşün katilelri ödüllendirmek ve mazlumları yok saymaktan başka bir içeriği yoktur.
Nasrallah bu tutumu ile siyasi alanda bir sabitesinin olmadığını göstermiştir. Olaylara son derece pragmatist bir anlayışla, kendi hizbine, müttefiklerine ve mezhebinin bağlılarına ne getirip götüreceği gibi oldukça sığ, faydacı bir yaklaşım içindedir. Ümmet bakışından, kaygısından yoksundur. Onun kaygıları Suriye’nin mazlumlarını değil katillerini kapsamaktadır. Suriye’nin içinde bulunduğu durum hakkındaki analizleri, Suriye’nin resmi haber ajansı Sana’nın haber bültenlerinin tekrarı gibidir.
Hiçbir zalim dışarıdan esip savurmalarla ilanihaye ayakta kalamaz. Suriye’deki muhalefetin bir ABD kurgusu olduğu da büyük bir iftiradır. Suriye Müslüman Kardeşler muhalefeti 1979’dan beri fiilen Baas’a karşı mücadele halindedir. Bu yüzden Suriye’de Müslüman Kardeşlere üye olmak, idam cezası olarak yasalaşmıştır 35 yıl önce. Böyle uzun ve şerefli bir mücadele geçmişi olan bir hareketin, ABD kurgusu olarak nitelendirilmesi sadece bir akıl tutulması değil aynı zamanda bir idrak ve vicdan tutulmasıdır. Nasrallah Güney Lübnan’da İsrail’e karşı mücadelesi ile İslam Ümmeti nezdinde kazandığı saygınlığı, Şam’da, Beyrut’ta kaybetmiştir. Geçmiş olsun.