Muz
Daha oyun çağındaydık. Beş yaşımı bitireli aylar olmamıştı. Köye açılacak olan okuldan bahsediliyordu. Ben okulun ne demek olduğunu bilmiyordum.
Aslına bakılırsa çok şeyi bilmiyordum. Mesela elektriğin ne olduğunu bilmiyordum. Kamyondan başka araba çeşidi var mıydı? Traktör neydi?
Simit nasıl bir şeydi? En önemli si buğday unundan ekmek nasıl yapılırdı?
Bütün bunları daha görmeden; yazları deniz ve ırmak kenarında, güzleri bağda bahçede, kışları daha çok ev önlerinde gönlümüzce oynayıp dururduk. Ne savaş haberleri vardı ne terör. Ara sıra salgın hastalılardan bahsedilirdi o kadar. Duyduğumuz trafik kazlarının ne demek olduğunu büyükler bize anlatmakta zorluk çekerdi.
Sabahleyin önümüze kurulan sofrada mevsimine göre yiyecekler olurdu. Halk arasında pancar diye bilinen karalâhana çorbası ve mısır ekmeği tabii yiyeceklerimizdendi. Kahvaltı denilen adet daha zuhur etmemişti.
Evden dışarı çıkmadan “kara lastik” veya “cızlavet” ayakkabılar giyilir koşar adım hür dünyaya doğru koşulurdu. Dünya çok büyüktü. Gök mavi, hava berraktı. Hiçbir gürültü kuş seslerinden fazla değildi.
Eşyalarımız bozulunca tamir edilir, yollarımız aşınınca düzeltilir, çeşmelerimiz kuruyunca yeni yapılırdı. Sadece insan düzeltilmezdi. Çünkü insanın bozuk olanını gazetelerde okur hayret ederdik.
Gün geldi analarımızın diktiği bezden çantaları içine defter, kalem, kitap ve benzeri ders araçlarıyla okulda yiyeceğimiz bir parça ekmek ve çökeleği itina ile yerleştirip, okula gitmeye başladık. Birçok arkadaşlarımız oldu. Sınıfımız “birleşik” olduğunda okuma yazma öğrenmeden beşinci sınıf derslerini de dinlerdik. Anlayamayan ağabeylerimiz ve ablalarımıza hayretle bakardık.
Teneffüsler bize çok kısa, okul vakitleri uzun gelirdi. Cumartesi öğeden sonra hafta tatili başlar, bir buçuk gün tez geçerdi.
Sınıf atladıkça siyah-beyaz basılmış kitaplarımızdan çok şeyler öğreniyorduk.
Daha dokuz yaşlarındaydım elime geçen bir gazete “muz” adı verilen bir meyveden bahsediyordu. Fotoğrafı da renkli değildi. Daha önce bu ismi hiç duymamıştım ve bölgemizde öyle bir bitki yoktu. Aslında gazete bazı vatandaşların muz ihtiyacını karşılayamadıklarından bahsediyordu. Demek bir ihtiyaçtı. Çevremizde bulunan meyveleri düşündüm.
Biz elmayı, inciri, siyah üzümü, armudu, kestaneyi bahçelerimizden bilirdik. “Beyaz üzüm”, kavun ve karpuz, portakal, mandalina ise dışarıdan gelirdi. Bu muz da neyin nesiydi?
Daha önce şeklini gazetede gördüğüm muzun gerçek fotoğrafını 12 yaşlarımda gördüm. Nasıl bir yiyecek olduğunu düşündüm. Elma ve armut gibi sert mi, incir ve üzüm gibi yumuşak mıydı? Tadı ekşi mi tatlı mıydı? Bütün bu bilgiler bana uzaktı. Ancak muzun gerçek fotoğrafını gördüğüm yıllarda buğday unundan yapılmış ekmekle de tanışmıştım. Karayolundan araba da geçiyordu. Ha! Bir de bazı kişilerin kavga ettiğine de şahit oldum. Zaman geçiyor medenileşiyorduk…
Yirmi yaşlarıma yaklaşmıştım. Ülke yetmişli yılların sonunu yaşıyordu. Devir malum. Ben adı o zaman lokanta olan yerlerde fotoğrafından tanıdığım muzun kendisini gördüm. Camekân içindeki bu sihirli meyveye uzun uzun bakamadım. Yanlış anlaşılabilirdi.
İlk muzu elime aynı zamanda tadına baktığım zaman tam 22 yaşındaydım. Yaklaşık çeyrek asır ağzıma alma fırsatı bulamadığım bu meyveyi bugün gördüğümde içimde bir tuhaflık hissederim. Muz ile birlikte aklıma mısır ekmeği ile kahvaltı, kazma ile tarla işleme, içinde ekmek ve çökelek olan bez çanta, sırtta taşına su, omuzda taşınan odun ve buna benzer şeyler gelir.
Bir de mavi gökyüzü, berrak su ve hür güvercinler de gelir ama muzdan sonra değil de muzun hatıra getirdiği diğer şeylerden sonra…
Şimdi her manavda muz bulunmakta. Ülkede elektrik, televizyon, internet, uçak ve daha çok şey var.
Yahu şu insanlar birbirlerini niye boğazlıyor, bu akan kanın sebebi ne? Neden bir kenara çekilip muz yemiyorlar.
Birbirlerini yemekten ellerine ne geçecek?