Müslümanların Bir Medeniyet Alternatifi Olmalı
Muhtemel herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, konuya girmeden önce; bu yazının, İslam dininin, “inanç” ve “ibadet” bahisleri ile herhangi bir ilgisinin bulunmadığını belirtmekte yarar var. Münhasıran “Müslüman toplum düzeni” ve “Müslümanlar için devlet” kavramlarıüzerinde ve “tamamen beşeri düzeyde” durulacaktır.
Müslüman bilim adamları ve entelektüellerin öncelikle eğilmeleri gereken konuların başında, “demokrasi” kavramı geliyor. Müslümanların behemehal yapmaları gereken diğer bir iş ise, rekabete ve tüketime dayalı materyalist Batı medeniyetinin, hem Batı kültürünün metodları ile ve hem de İslami açıdan olmak üzere, “evrensel geçerliliği olan” yöntemlerle sorgulanmasıdır.
Bu çalışmalar yapılmadan, Müslümanların ortaya koyacakları her düşünce evrensel hale getirilemez ve bugüne kadar olduğu gibi, “marjinal” olarak kalmaya mahkum olur.
Müslüman bilim adamları ve entelektüeller tarafından, gerek tarihi seyir içinde kavramsal gelişimi ve gerekse siyasi model olarak uygulamaları bakımlarından, demokrasinin İslam inancına ne derece uygun olduğu (ya da olmadığı) yönünde çalışmaların yetersizliği bugün ortadadır. Aynı şekilde, Batı medeniyetine yöneltilen eleştiriler de evrensel kabul edilebilirlik kriterlerinden uzaktır.
Müslümanlar, iddialarını,“tamamen kendilerine mahsus” olan delillerle karşı tarafa kabul ettirmeye çalışarak netice alamayacaklarını artık anlamış olmalıdırlar. Albert Einstein’ın (1879-1955), çok güzel bir sözü vardır. Einstein, “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır!” diyor…
İslami toplumsal yaşamda fevkalade büyük bir önemi haiz bulunan “meşveret” ve “icma” kavramları ile yakın akrabalığı nedeniyle, “demokrasinin İslam inancı ile çelişmeyeceği” fikri, ilk bakışta akla oldukça yatkın görünüyor. Ne var ki, bu konunun, Müslümanlar tarafından felsefi, sosyolojik, ekonomik, kültürel, vs. farklı açılardan yeteri kadar bilimsel olarak ele alınmadığı da bir gerçek.
Bugün evrensel ölçekte kabul görmekte olan modern demokratik idealler İslam inancı ile çelişmiyorsa (ki öyle görünüyor) buradan hareketle, Müslüman toplumları uluslararası yaşama yeniden entegre etmek için iyi bir yol açılabilir. Burada “demokrasi”den söz ederken, önüne ya da ardına birtakım kelimeleri getirerek demokrasiyi hiçbir şekilde eğip bükmeden “salt demokrasi ideali”nden söz ediyoruz. Yoksa, hemen her konuda olabileceği gibi, herkesin kendine mahsus bir
demokrasi anlayışı olabilir.
Demokrasinin kendine has ve herkes için “zorunlu” ve “geçerli” olan temel nitelikleri, en geniş anlamı ile toplumsal mutabakat için yeterli olmalıdır. Toplumun kendi yöneticilerini tamamen özgürce seçmesi, onları denetlemesi, gerektiğinde değiştirmesi (ve hatta cezalandırabilmesi), çoğunluk görüşünü hakim kılması, azınlık haklarının korunması, evrensel insan haklarının ihlal edilememesi, vb., demokrasinin en çağdaş anlamdaki temel nitelikleridir.
Ülkeden ülkeye ve zamana göre değişebilen metod ve uygulama ile ilgili farklılıklar, demokrasinin bu temel niteliklerini ve o kendine has “insan onurunu yüceltici” ruhunu farklı hale getirmez! Bir ülkede, mesela ister “doğrudan” demokrasi yöntemi, ister “temsili” demokrasi yöntemi uygulansın; esas olan toplumun ortak iradesinin, demokrasinin ruhuna uygun şekilde tecelli edebilmesidir. Bu yöntemi İslam’a uygun bulmayanların, bunun, İslam’ın nesine uygun olmadığını kesin olarak ortaya koymaları gerekiyor!..
Öte yandan, Müslüman entelektüellerin, halen tüm dünyada en yaygın şekilde kabul görmüş bulunan “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile devletlerarası ilişkilerde uyulması gereken temel ilkelerin vazedildiği “Helsinki Nihai Senedi”nin de İslam’a uygunluğu (ya da çelişkileri) konusunda da, kavramsal düzeydeki görüşlerini açıkça ortaya koymaları gerekiyor.
Mesela, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ve “Helsinki Nihai Senedi” ilkeleri çerçevesinde, bir toplumsal yönetim modeli olarak uygulanacak demokrasinin İslam’a uyan ve uymayan yönleri nelerdir? Gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse İslam dünyasının en muteber kitaplarında yer alan Hadislerle kolaylıkla temellendirilebilecek böyle bir konuda, üzerinde uzlaşmaya varılabilecek ve varılamayacak hususlar nelerdir?
MÜSLÜMANLARIN MEDENİYET ALTERNATİFİ NEDİR?
Müslüman toplumlar eğer, insanlığın önüne yeni ve gerçekten “İslami” olan siyaset ve ekonomi modelleri koyma iddiasını taşıyorlarsa, önce Emevi Devleti döneminden bu yana sürdüregeldikleri siyasi çizgiyi çok ciddi bir şekilde gözden geçirmelidirler. Günümüzde, gerek insan hakları ve gerekse, devletlerarası ilişkilerle ilgili temel ilkeler bağlamında, İslam’la arasında “kayda değer” herhangi bir sorunu bulunmadığı düşünülen Batı uygarlığının, nihai tahlilde canlı yaşamını tehdit etmekte olan materyalist
ruhuna karşı ciddi bir alternatifin, Müslümanlar tarafından teklif edilmesi gerekiyor. Tek dinamiği neredeyse sadece “tüketim ve rekabet” olan materyalist ekonomik sistemlerin tabiata yönelik “ağır tahribat” süreci nasıl durdurulacak?
Müslüman toplumların yaşam standartları, başta bilim-teknoloji ve sanat olmak üzere, her alandaki üretim ve diğer toplumlarla rekabet edebilme kabiliyetleri bakımından Batı toplumları karşısında geri olmaları elbette fevkalade ciddi bir problemdir. Ancak, yeryüzü ve gökyüzü birlikte olmak üzere, tüm tabiat üzerinde yapılmakta olan tahribatlar tüm insanlığın geleceğini topyekun olarak tehdit eden, her şeyden çok daha büyük bir problemdir.
Batı toplumları ortaya koydukları medeniyetle tüm tabiatı tehdit eden ağır bir süreci başlattılar. Müslümanların asıl karşılarına almaları gereken keyfiyet bu olmalıdır. Batıyı en ağır şekilde tabiatı yok etmeye çalışmakla itham etmek gerekiyor.
“Bir nehrin kenarında yaşayanların bile, ihtiyaçlarından bir damla fazla suyu kullanmalarını hoş karşılamayan” bir dinin mensuplarının, insanlığın bugün içine düştüğü “tüketme ve yok etme çılgınlığından” kurtarılması konusunda, Müslümanların yapabilecekleri bir şeyler olmalıdır.
Günümüz bireysel ve toplumsal yaşamının tahrip ve yok etme şiddeti, “tabiatın kendini yenileme hızı”ndan kat be kat fazladır.
Bilim ve teknolojideki gelişmeler ile materyalist ekonomi anlayışının körüklediği bu tüketim çılgınlığı sadece piyasalarda yaşanmıyor! Tüm piyasalardan çok daha acımasız ve geri dönüşü mümkün olmayacak derecede, tabiatın tüketilmesi şeklinde devam ediyor. Tabiat, artık insan yaşamının yol açtığı tahribatları onaramıyor! Bu nasıl bir aymazlıktır ki, böylesine açık bir gerçeğe rağmen, tüm toplumlar, tüketim çılgınlığına, hız kesmeden (aksine artan bir ivme ile) devam edebiliyorlar!?.
KIZILDERİLİ ŞEFİ SEATTLE’IN UYARISI
Squamish kızılderililerinin şefi Seattle (1786-1866), “Beyaz Adam (1853)” başlıklı şiirinde, “Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak…” diyor. Topraklarını devlete satmalarını isteyen 14. ABD Başkanı Franklin Pierce’e (1804-1860) yazdığı cevabi mektupta (1854), “…. Hayvanların başına gelenler çok geçmeden insanların da başına gelecektir. Hayatta her şey birbirine bağlıdır. Toprağın başına gelenler, onun oğullarının da başına gelir. Sizler çocuklarınıza toprağa kıymet vermelerini öğretmelisiniz. Sizler de çocuklarınıza bizim çocuklarımıza öğrettiğimiz şeyleri öğretiniz. Toprak bizim annemizdir!..” diyen şef Seattle ne kadar haklıydı!
Batı medeniyeti, gökyüzünü ve toprağı hala “alınıp-satılacak ve yağmalanacak” şeyler olarak görüyor. İnsanlar, işte hem bu anlayış ve içine düşmüş oldukları kişiler ve toplumlar arasındaki acımasız rekabetin zorunlu bir sonucu olarak, hem de Batı bilim ve teknolojisinin gücüyle tabiatı yok etmeye devam ediyorlar.
Günümüz toplumsal yaşamı bu haliyle devam ettiği taktirde, yeryüzünün çok yakın bir gelecekte canlıların yaşayamayacağı hale geleceği gerçeği bu kadar açık bir şekilde ortada iken, insanlığa alternatif yaşam ve toplum düzeni sunması gereken Müslümanlar (daha doğrusu Müslüman entelektüeller) ne yapıyor?
Müslümanlar, tabiata yönelik mevcut ağır tahribat sürecini bir an önce durdurabilecek, Batının “tüketime ve rekabete” dayalı “materyalist” yaşam modeline karşı, “içinde hiçbir israfın yer almadığı”, “işbirliği, paylaşım ve tasarruf (hiçbir şeyi israf etmeme)” anlayışının hakim olacağı, çok daha insani siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel modelleri belirgin bir bütünlük içinde ortaya koyabilmelidirler.
Acaba, insan ruhundaki “sahip olma”, “rekabet”, “rahatına düşkünlük”, vb. gibi (başıboş bırakıldığında tahripkar sonuçlar veren) eğilimlerin, insanlığın ortak çıkarına uygun sonuçlar ortaya koyacak şekilde yönlendirilmesi mümkün olamaz mı? Bu konuda Müslümanların yapmaları gereken (ve mümkün olan) hiç mi bir şey yok?!.
GÜZEL ŞEYLERİ AŞIRI İDEALİZE EDEREK “İMKANSIZ” HALE GETİRMEMELİ
Yüzyıllardır, Batı medeniyetinin “materyalist” ve “emperyalist” karakterine takılıp kalan Müslüman entelektüeller, en genel şekli ile ifade etmek gerekirse; “Siyasi İslam” ve “İslam Devleti” olarak adlandırılan sistem önerileri ile (esasen nihai olarak, tam bir “çözümsüzlük çıkmazı” olan) ortak bir paydada birleşmiş görünüyorlar.
İslam Devleti ve İslami toplumsal yaşam için, sadece “Asr-ı Saadet” dönemini referans alan İslam düşünürleri (!), konuyu olabildiğince idealize ederek, öngördükleri modellerin uygulanmasını, “imkansız” hale getirdiklerini görmek istemediler, hala da istemiyorlar.
Kurulacak bir İslam Devletinin (yapısı ne olursa olsun), Dünyadaki tüm diğer devletler için “diyalog ve münasebet” kurulabilir olmasının yanı sıra (kendisine ya da Müslümanlara yönelik muhtemel tecavüzler dışında), Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile Helsinki Nihai Senedi kapsamında, diğer toplumlara karşı herhangi bir anlamda “tehdit unsuru” da olmaması gerekiyor… Bu konuda, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) dönemi ile belki bir ölçüde Hulefa-i Raşidin dönemi dışında, tarihte Müslümanlar tarafından kurulan devletlerin “genel anlamda referans olarak alınmaları”, ne yazık ki pek mümkün görünmüyor!
Kaldı ki, muhtemel bir “İslam Devleti”nin yöneticileri, Dünyadaki diğer devletler karşısında, Emevi döneminden günümüze kadar, Müslümanlar tarafından kurulmuş bulunan tüm devletlerin siyasi miraslarını da sırtlarında taşımak durumunda kalacaklardır. Bu ise, muhayyel bir İslam Devletine yönelik olarak, son derece ciddi “güvenlik” soruları ve sorunlarının ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Halihazırda, Müslüman toplumların hiçbirinin (ne entelektüel ve ne de toplumsal altyapılar bakımından), günümüz Batı uygarlığı karşısında alternatif model öngörmesi mümkün görünmüyor! Bunun için, yaklaşık 1400 yıllık geleneğin yeni bir bakış açısı ile ve yeni baştan elden geçirilmesi, tarihsel süreçteki yanlışların dikkatle ayıklanması ve (sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık için) doğruların yeni baştan tespit edilmesi lazım. İslam dininin tüm insanlık için getirdiği faydaların neler olduğunu önce Müslümanlar doğru ve iyi bir şekilde anlamalı, sonra da bunları tüm dünyaya anlatıp, kabul ettirmelidirler.
Bu yapılamadığı sürece, tüm İslam ülkelerindeki çöküşün gerçek sebebi olan yaklaşık “14 asırlık gelenek” kendi kendisini tekrar eder ve Müslümanların makus talihleri de, (Cenab-ı Allah’ın takdir edeceği güne kadar) bu şekilde devam eder gider…