Müslüman Tüccar ve Küresel Tüccarlık
Hz Peygamber (s.a.v.)’in Mekke’den Medine’ye hicreti, aslında sadece dayanılmaz zulümlerden kurtuluş değil, aynı zamanda inşa edilen yeni inancın kurumsallaşması ve devletleşmesinin ilk adımıydı. Hicret sonrasında Medine’de yapılan ilk icraatlardan biri ‘Medine Pazarı’nın, daha derin anlamda İslam’ın kurallarının geçerli olduğu bir ticaret merkezinin inşasıydı.
Hicretten bir süre önce inen ayetler ile hicretten sonra inen ayetlerin pek çoğunda ticaret konusu ele alınıyordu. Bu ayetlerde bir yandan cahiliye dönemi uygulamalarına yasak getirilirken, diğer yandan da temiz ticaretin ilkeleri vazediliyordu. Bu yeni kural ve ilkelerin hayata geçirilebilmesi için Mekke’de şartlar elverişli değildi. Medine’deki durum da, Mekke’den çok farklı değildi. Burada da pazara, İzitsu’nun “doymak bilmez haram yiyiciler” olarak tarif ettiği Yahudiler hâkimdi. Dolayısıyla ticaret her türlü ahlaki değerlerden yoksun bir şekilde işliyordu.
Müslümanlar ve Medine’de yaşayan Yahudiler haricindeki diğer insanlarda, başkalarının mallarını ele geçirme konusunda birbirleriyle yarışan Yahudilerin insafına bırakılamazdı. Efendimiz (s.a.v.) Yahudilerin hâkimiyetindeki ‘Nebit Pazarı’nı inceledikten sonra, “burası asla sizin pazarınız olamaz!” buyurarak, herkesi Yahudilerin zulmünden koruyan yeni bir pazar inşa ettirdi. Bu Pazar daha sonraları ‘Medine Pazarı’ olarak anılmaya başlayacaktı.
Seçtiği yere ayağını vuran kâinatın Efendisi, “İşte sizin pazarınız burasıdır. Bu pazar daralmayacak ve buradan vergi alınmayacak” buyurarak, her türlü gayri meşru muamelenin cereyan ettiği Nebit Pazarı’na karşın, cennetle ödüllendirilen tüccarların yetişmesini de sağlayacak bir pazardı burası. Pazar yerlerini “şeytanların ordugâhı” olarak nitelendiren Hz Peygamber (s.a.v.), manidar bir şekilde kabristanın hemen yanında bir yerde inşa ettirmişti bu yeri.
Bugünün tecrübelerinden daha iyi biliyoruz ki; iktisadi güç, siyasi hâkimiyeti doğuruyor. İktisadi olarak zayıf durumda olan Müslümanlar, kapitalist batılıların maskarası durumunda. Şayet Efendimiz (s.a.v.) o gün güncel sorunu fark etmeseydi, kısa bir sürede Medine’nin hâkimi durumuna gelebilir miydi Müslümanlar? Ancak aslolan mesele sadece ekonomik olarak büyümek değil, adil, şefkatli, cömert ve kanaatkâr olabilmektir. Her türlü ahlakî değerden yoksun günümüz ticaretinde olduğu gibi, benzersiz bir maddi birikime sahip olsanız da, şayet bu hasletlerden yoksunsanız, açlıktan kıvranan bir bebeğin kursağındaki lokmayı bile söküp almak isteyebilirsiniz.
İslam’ın ilk dönemleri incelendiğinde, hak dini daha çok Müslüman tüccarların yaydığı görülür. Mesela Ashab-ı Kiramdan bazıları, İslam’ın ilk yıllarında ta Çin’e kadar gitmiş, Endonezya ve Malezya örneklerinde olduğu gibi, erdemli davranışları ve dürüst ticari hasletleri sayesinde, bölge halklarının bir bölümünün Müslüman olmasına vesile olmuşlardır.
İslam, mescitlerin yanı sıra, pazar yerleri ve kabirleri de Müslümanların ortak mekânları olarak kabul eder. Hayatın her alanında geçerli olan kurallar buralarda daha da içselleştirilir. Mezarlıklar ölümü, pazarlar yaşamı, mescitler ise Rabbi hatırlatır ve toplumu ölçülü olmaya iter.
Günümüzde alt ve orta sınıfın ticaret yaptığı pazaryerleri, orta ve üst sınıfın iktisadi faaliyetlerini yürüttüğü iş merkezleri, ülke çapındaki ticari ve sınaî işlemlerine bakarak, o toplumun ahlakî düzeyini anlayabilirsiniz. Bu vesileyle, -isterseniz diğer ülkeler bir yana- ülkemizin bu mekânlarına bakıp, İslam’la olan mesafemizi görebilir, önlem alınması gereken noktaları tespit edebiliriz.
Bir gün, Medine Pazar’ına denetime çıkan Hz Peygamber (s.a.v.), bir satıcının tahılının içine elini daldırıp kontrol eder. Tahılın üstü kuru, altı ise ıslaktır. Allah’ın Rasülü, bunun nedenini sorunca Müslüman satıcı, önce yağmur yağdığını, sonra da güneş açtığını, bu nedenle alt kısmı ıslak, üstünün ise kuru olduğunu belirtir. Bu hâle kızan Efendimiz, sahabesine “Kuruyan kısmını alta, ıslak kısmını da üste çıkarsaydın ya! Bizi aldatan bizden değildir!” buyurur. Müslüman satıcılardan başka kimsenin tezgâh açamadığı Medine Pazarı’ndaki bu basit duruma bile bu denli ağır bir tepki veren Hz Peygamber (s.a.v.), acaba Müslümanların alışveriş yaptığı günümüz pazarlarına gelse ne derdi? Alan ve satan yani herkesi aldatan ve hep aldanan Müslümanları ümmetliğinden reddetmez miydi?
Peki, bu duruma nasıl gelindi? İslam, bozulan değerleri inşa etmek için varsa ve biz Müslümanlar isek, ne oldu da küresel sömürü düzenine eklemlendik? Temel sorun, Müslümanların İslam’dan hızla uzaklaşıp, yaşadığı gibi inanmaya başlamasıydı.
Şeytanîn “bu ağaçtan yersen burada ebedi kalırsın” şeklindeki Hz Âdem’e yaptığı telkinin benzerlerini bizlere de yapıyor olması işi daha da kolaylaştırıyor. Şeytan, Allah’ın hadlerini bir kez aştığımızda, devamının -büyük ölçüde- geleceğini bildiğinden bunu sağlamak için mücadele ediyor. Bu, onun kendine yüklediği bir görev. Bizde, Allah ve Rasülü yerine, iblisi dinleyerek, başarısı için çabalıyoruz adeta!
Son üç beş asırda İslam’dan hızla uzaklaşan Müslüman dünya, batılı kurum, kural ve çürümüşlüğüne duymaya başladığı hayranlık neticesinde; kılık kıyafetten yeme içmeye, ziraatten ticarete, düşünceden simaya kadar her şeyiyle onlara benzedi. Bundan rahatsız olmak bir yana, içselleştirmiş durumda. ‘Muasır medeniyet’ dediği ve ulaşmak isteyerek önüne koyduğu hedef, aslında iblisin ve avanesinin doymak bilmez haram yiyiciliği ve kan emiciliğinden başka bir şey de değil.
Batılı için kalkınmışlık, sadece ekonomik büyüklük ve iktisadi hegemonya olup, neticesi itibariyle de siyasal tahakkümdür. İslam yerine batıyı, dolayısıyla bâtılı rehber edinen Müslüman(!) bireyin farklı bir yapıda olması da mümkün olamaz. Bu hal, bizim sadece biyolojik zehirlenmeye değil, aynı zamanda gönül, akıl ve zihin zehirlenmesine maruz bırakıldığımızı gösterir. Biyolojik zehirlenmelerin nihai neticesinde ‘çoklu organ yetmezliği’ tabir edilen, ruhun bedeni terk etmesi meydana gelirken; gönül, akıl ve zihin zehirlenmesi ise modern ölüm veya imanın ölümüdür!
Faizi iktisadın bir sonucu, aldatmayı rekabetin şartı, gizlemeyi kârın parçası, yalan ve yemini ahlakın yeni hâli olarak gören modern dönem Müslüman’ını, diğerlerinden ayıran hiçbir ölçü ne yazık ki kalmış gözükmüyor. Bu konudaki uyarıcıları ise, dünyadan habersiz, Müslümanların zenginleşmesini istemeyen hazımsız muhalifler olarak görüyorlar. Kapitalizmin en büyük silahlarından biri olan bankacılık, faiz, kredi kartı, borsa, hisse senetleri, tahviller gibi sözde iktisadi araçlar, ne yazık ki Müslüman tüccarın da peşinden koştuğu ve neredeyse uğruna canını vermeye hazır olduğu sömürü, dolayısıyla ateşten gömleği durumuna gelmiş... Her yeri faiz ve aldatmaya dayalı kredi kartı, devletin uygulamaları ile de, yaşamın her yerine sirayet eden, kentliden köylüye, tüccardan öğrenciye, berduştan dervişe herkesin cebindeki sığınağa dönüştürüldü. İçimiz dışımız kartların sahibine benzerken, tabii sonuç olarak ahlakımızda ne yazık ki, Nebit Pazarı’ndakilerin ahlakına dönüşüverdi.
Modern düzenin tasarımcıları, 1700’lerde Almanya’da ortaya çıkarlar. Amblemleri, daha sonra bu adla anılacakları Latin İmparatorluğu’nun kırmızı kalkanıdır. Aslense ‘Aşkenaz Yahudisi’dirler. İnanç olarak Musevi olmayıp, güneşe ve şeytana taparlar. Osmanlı, önlerindeki en büyük engeldir ve aşılması için büyük servetler ortaya koyarlar. Müslümanların zihinsel olarak zehirlenmesi için de inanılmaz çabalar gösterirler. Aramızdan işbirlikçiler edinirler. Bugün eriştikleri büyük(!) güce, Müslümanları sahne dışına ittikten sonra erişirler. Toplamda 10 aileden oluşan bu şeytani yapının sahipleri temelde bir aileye, oda iblise hizmete memurdur. Cebimizdeki nakti para, bankadaki kaydi para, hatta yastık altındaki mücevherler de onlara aittir. En azından onlar yönetir ve değerini onlar belirler. Ürettikleri ne varsa, ona kendi ahlaklarını yani ahlaksızlıklarını üflerler. Böylece batının sadece fennini değil, beraberinde kendi ruhlarından üfledikleri necis değerleri de almış oluyoruz. Kredi kartı küresel tefecilik araçlarından biridir, ama kendi faiz ve israf ahlaksızlığıyla birlikte girmiştir bizim cüzdanlara da.
Ülkemizdeki iktisadi hal, özellikle son yıllardaki hak ve adalet çizgisini hayli aşan seküler dindarlığı görünür kılmıştır. Son yarım asır, dünyanın hemen her yerinde Müslümanların da, küresel şeytani düzene daha büyük ölçekte eklemlendiği bir dönemdir. Bu zaman dilimi; kalvanistleşen, kapitalist ve seküler dindarların sokaklarda fütursuzca görünür hale gelmesine yol açtı. Artık ahlak değil iktisat, alın teri değil sömürü, zekât değil aşağılama, hak değil hırsızlık, güven değil güvensizlik, sosyal barış değil adliye sarayları belirleyici.
Hz Peygamber (s.a.v.), ilk adımda İslam ahlakıyla donatılmış tüccar yetiştirirken, ahlaklı ticaret yapmayanları ise ‘füccar’ ilan eder. Bugünün genel ticaretini tanımlamak için ‘füccar’ kelimesi yeterli mi emin değilim. Sömürme ya da ahlaksızlığın, yaşamak için olmazsa olmazmış gibi dikte edildiği, bunun da ruhumuza sinen bir hale dönüşüp normalleştirildiği günümüzde, belki de daha ‘alçaltıcı’ bir kelime gerek.
Son birkaç asırdır siyaset, ilim ve dinî hayata yön veren dindarlarının tembelleşmesi, İslam dışı davranışlara itirazlarını yüksek sesle dile getirmemeleri, bazen de benimsemeleri, bir bölümünün masonik örgütlere karışıp o kirli ideolojiyi topluma dayatmaları, bu acıklı hale getirdi bizleri. Bunca hakikate rağmen, bu durumdan hoşnutsuz olmayarak içselleştiren ve bunu hayat tarzına dönüştüren çağdaş Müslümanların masum olduğunu düşünebilir miyiz? Çocuğuna doktor, avukat ve mühendis olması için telkin ve baskı yapan Müslüman ebeveynin, evlatlarını İslam ahlakıyla mücehhez hâle getirme konusunda aynı iştiyaka sahip oldukları söylenebilir mi? Neden bu konuda bir gayret ve isyanda bulunulmaz?
Aldığımız veya enjekte edilen virüs, ne yazık ki genlerimize kadar tevarüs etmiş durumda. Bundan kurtulmak için güçlü bir silkiniş ve kalkışma şart. Kan ve gözyaşı üzerine kurulu batıl düzenlere karşın, Nebevî yöntemler içeren bir itiraz/isyan/mücadele hareketi başlatmaktan maada çaremiz yok.
Ez cümle, Müslümanları her alanda füccarlıktan kurtarmak gerek. Bize düşen bir taş alıp hedefe fırlatmak, gerisi Allah’a ait! Maharet, dünyanın en güçlü ekonomileri arasına girmek değil, maddi zenginliğin yanı sıra, adalet toplumu ve adalet devleti olabilmekte. Aksi halde ‘Müslüman’ız’ diye ortada kasım kasım kasılmanın bize, gelecek nesillere, insanlığa ve ahretimize bir yararı dokunmaz!’
Bu makale Ribat Dergisi için kaleme alınmıştır