Muharrem Ayı-Kerbela Hadisesi ve Aşure Günü
Her dinin, milletin kutsal veya diğer zaman dilimlerinden farklı kabul ettiği, kendine özgü belirli gün ya da ayları vardır. Yüce dinimiz İslâm’da da bu tür gün, gece ve aylar vardır. Şüphesiz insan için en değerli mefhumlardan birisi de zamandır. Çünkü her şey zaman içinde var olmakta, gelişmekte ve yine zaman içinde yok olmaktadır. İnsan hayatında önemli bir yere sahip olan ilim, amel, servet ve diğer bir çok değer, zaman içinde elde edilebilmektedir. Zamanı, gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem de âhirette huzuru yakalayacaklardır.
Peygamberimizin Medine-i münevvereye hicretinden sonra İslamiyet çok büyük gelişme göstermiş: Bu nurlu şehirden yayılan İslam nuru bütün cihanı aydınlatmıştı. Bu bakımdan hicret hadisesi İslam tarihinde dönüm noktası olmuştu. Efendimiz (s.a.v.)irtihalinden sonraki dönemlerde Müslümanlar kendilerine yeni bir takvim başlangıcı aradılar.
Hz.Ömer (r.a) zamanında toplanan İslam şurası,İslam tarihindeki büyük ehemmiyetine binaen Hz.Ali (k.v.)nin teklifini kabul ederek hicret yılını başlangıç olarak kabul etti. Ay olarak da ilk İslam muhacirlerinin ve Peygamber (s.a.v.) inde hicret ettiği ve kameri aylar içerisinde çok hususi bir yere sahip olan ,Muharrem ayı kabul edildi.
Haram aylar” içinde Muharrem ayının ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu ayrıcalığı “Muharrem” adından da fark etmek mümkündür. Zira “muharrem” kelimesi, “haram kılınmış”, “hürmete lâyık” anlamlarına gelmektedir. Kısacası “haram aylar” uygulamasının genel adı, anlam itibarı ile bu aya özel bir ad olarak verilmiştir. Bu özel uygulama, şüphesiz Muharrem ayına atfedilen önemin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.
Aynı önem İslâm kültür ve tarihi sürecinde de devam ede gelmiştir. Zira İslâm, Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği Hanif dini esaslarının devamı niteliğinde olması sebebi ile, o geleneğin değerlerinin de sahibidir, dolayısı ile bu ayı değerli kılan tarihi olayları önemser. Diğer yandan, İslâm’ın zuhurundan sonra da Muharrem ayı, dini, sosyal ve tarihi önemi haiz olaylara sahne olmuştur. Bu durum Muharrem ayını, İslâm kültürü açısından daha da ön plana çıkarmaktadır.
MUHARREM AYININ FAZİLETİ
Muharrem ayı hicri yılbaşı, yani senenin ilk ayıdır. Dini hayatımızda ve ibadetlerimizde bu hicri takvimin önemi çok büyüktür. Recep, zilkade, zilhicce ve Muharrem ayı eşhuru-Hurum Yani Allah katında ziyade hürmet edilmesi gereken aylardır.Bu ayda yapılan iyilik ve ibadetin mükafatı ne kadar çok ise,kötülük ve isyanın cezası da bir o kadar ağır olacaktır.Bu aya cahiliyye devrinde de Araplar çok hürmet gösterir,yolda babalarının katili ile bile karşılaşsalar ona ilişmeyip yürür giderlerdi.Bu ayda yapılacak bir çok ibadetlerle birlikte oruç tutmakta çok faziletlidir.
Rasülüllah Efendimiz (s.a.v.): "Ramazan orucundan sonra oruçların en faziletlisi Allahın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra kılınan en faziletli namaz da gece namazıdır."buyurmuşlardır.
Hz. Ali (K.V)de şöyle rivayet etmektedir: "Ben Rasülüllah (s.a.v.)'in yanında otururken bir adam ona; “Ya Rasülellah! Ramazan ayından sonra hangi ayda oruç tutmamı emredersiniz?” deyince Rasülüllah (s.a.v.);"Ramazan ayından sonra oruç tutacaksan Muharrem ayından tut! Çünkü O' Allahın ayıdır.O Ayda bir gün vardır ki,Allah bir kavmin tövbesini o günde kabul etti ve diğer bir kavmin tövbesini de o günde kabul edecektir."buyurdu.
Bu ayın ilk on günü oruç tutan kimsenin Cenabı Hak o sene ömrünü bereketlendirir, uzatır." Muharrem ayının birinden onuna kadar 10 gün oruç tutmak ve 10. gün oruç tutmak ve 10. gün aşure pişirmek faziletli ibadetlerdendir. Bunu yerine getirenlerin Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimizle Cennete girecekleri ümit edilir.
AŞURE GÜNÜ
Âşura Günü Muharrem’in 10. günüdür. Âşura Gününün Allah katında ayrı bir yeri vardır. Bugünde Cenâb-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bulunmuş ve kutsiyetini arttırmıştır. Bu günlerde oruç tutmak çok faziletlidir. Hicrî Senenin ilk ayı olan Muharrem ayının 10. günü Âşura Günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, Âşura Gününün de diğer günler içinde daha mübarek ve bereketli bir konumu bulunmaktadır.
Âşura Gününün Allah katında da çok seçkin bir yerinin olduğunu Fecr Sûresinin ikinci âyeti olan “On geceye yemin olsun” ifadelerinin tefsirinden öğrenmekteyiz. Bazı tefsirlerimizde bu on gecenin Muharrem’in Âşurasine kadar geçen gece olduğu beyan edilmektedir. Cenâb-ı Hak bu gecelere yemin ederek onların kudsiyet ve bereketini bildirmektedir.
Bugüne “Âşura” denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Hadis kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hak on peygamberine on değişik ikram ve ihsan ettiği içindir.Hz. Âişe’nın belirttiğine göre, Kabe’nin örtüsü daha önceleri Âşura gününde değiştirilirdi.
İşte böylesine mânalı ve kudsî hâdiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün ve gece, Saadet Asrından beri Müslümanlarca hep kutlana gelmiştir. Bugünlerde ibadet için daha çok zaman ayırmışlar, başka günlere nispetle daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır.
BU AYI İBADETLE GEÇİRMELİYİZ
Âşura Gününde ilk akla gelen ibadet ise, oruç tutmaktır. Muharrem ayı ve Âşura Günü, Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da mukaddes sayılırdı. Nitekim, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Medine’ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi. “Bu ne orucudur?” diye sordu. Yahudiler, “Bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (a.s.) şükür olarak bugün oruç tutmuştur” dediler. Bunun üzerine Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam da, “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti
Aşûra günü yalnız ehl-i kitap arasında değil, Nuh Aleyhisselâmdan itibaren mukaddes olarak biliniyor, İslam öncesi Cahiliye dönemi Arapları arasında İbrahim Aleyhisselâmdan beri mukaddes bir gün olarak biliniyor ve oruç tutuluyordu. Bu hususta Hazret-i Âişe validemiz şöyle demektedir: “Âşûrâ, Kureyş kabilesinin Cahiliye döneminde oruç tuttuğu bir gündü. Resulullah da buna uygun hareket ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretti. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca kendisi Âşûrâ gününde oruç tutmayı bıraktı. Bundan sonra Müslümanlardan isteyen bugünde oruç tuttu, isteyen tutmadı.” ‘(Buhari, Savm: 69.).
Bir zat Peygamberimize geldi ve sordu: “Ramazan’dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?” Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, “Muharrem ayında oruç tut. Çünkü o, Allah’ın ayıdır. Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir kavmin tövbesini kabul etmiş ve o günde başka bir kavmi de affedebilir” buyurdu. Yine Tirmizi’de de geçen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Âşura Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına kefaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.” Bîr hadiste: “Her kim Aşura Gününde ailesine ve ev halkına ikramda bulunursa, Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.” Buyrulmuştur. Gerek Yahudilere benzememek, gerekse orucu tam Âşura Gününe denk getirmemek için, Muharrem’in dokuzuncu, onuncu ve on birinci günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.
KERBELA OLAYI YÜREKLERİ YAKAN BİR KOR GİBİDİR
Hz. Ali hicri 40 yılının Ramazan ayında (661 Ocak ayı) maruz kaldığı bir saldırı neticesinde vefat ederken Kûfeliler, Hz. Hasan’a biat etmek istediklerini kendisine söylediklerinde o, yönetimin babadan oğula geçişi demek olan hanedan usulüne sıcak bakmadı. Bu münasebetle bu konuda onları serbest bıraktı, Kûfeliler kendi hür iradeleriyle Hz. Hasan’a biat verdiler.
Hz. Hasan, yönetimi devralmakla birlikte kendi döneminde Muaviye’nin idari ve siyasi denetimi altında bulunan Şam tarafıyla, olması muhtemel bir savaşta pek çok masum Müslüman kanının döküleceğini gördü. Çünkü Şamlılar kılıç zoruyla da olsa iktidarı devralmak için böyle bir hazırlığın içindeydiler. Buna karşılık Kûfe bölgesinde Hz. Hasan’ın çevresindeki askerî birliklerin dağınıklığı ve aykırı tutumları ise dikkatlerden kaçmıyordu. Bu münasebetle yönetimin en üst mevkiinde yer almak bir dünyalıksa, bir mertebeyse, bir rütbeyse, hâsılı her ne ise Hz. Hasan bunların hepsinden vazgeçti.
Hz. Hüseyin, 10 Muharrem sabahı, karşısındakilere dedesinden, şehitlerin efendisi Hz. Hamza’dan, Mute şehidi Hz. Cafer-i Tayyar’dan, ehlibeyt hakkında varit olan nebevî müjdelerden bahsetti. “Ben, Fâtıma’nın has oğlu değil miyim?” dedi. Kûfelilerin mektuplarına değindi. Fakat karşısında kadir bilmez, dünya çıkarına boyun eğmiş, ikbal ve şöhreti tercih etmiş nadan bir topluluk vardı. Sadece Hürr b. Yezid, Hz. Hüseyin’e gelip özür diledi, onun yanında kaldı ve hiç ayrılmadı. Hürr, çok cesur bir adamdı. Çevresindekiler onu kınasalar da o, “Yemin olsun ki, öz canımı cehenneme atacak değilim! Elbette cennete girmeyi arzu ediyorum!” diyerek hangi safta, niçin durduğunu anlatmaya çalıştı.
Kerbela hadisesi yaşandığında Hz. Hüseyin 57 yaşındaydı, bedeninde 33 mızrak, bir o kadar da kılıç yarası vardı. Yirmi üçü ehlibeytten olmak üzere 72 şehit vardı. Karşı taraf 88 kayıp vermişti. Benî Ümeyye ölüleri defnedildi, şehitler ise meydanda bırakıldı. Benî Ümeyye ordusu oradan ayrıldıktan sonra Benî Esed’den Gâdiriyye köylüleri gelip şehitleri defnettiler. Ömer b. Sa’d, ehlibeytten geri kalanları ve Hz. Hüseyin’in kesilmiş başını getirip İbn Ziyad’a teslim etti, o da Şam’da bulunan Yezid’e gönderdi. Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in bu aziz torununa reva görülen muamele, doğrusu anlaşılır gibi değildi, hüzün verici ve göz yaşartıcıydı.
Hz. Hüseyin, takva sahibi bir insandı. Kur’an’dan haz alan, ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünen, zühd ü takvasıyla tanınan ve Allah’ı zikretmeyi seven bir mümindi. Dedesinden öğrendiği hadisleri, dedesinin afalını, akvalını (davranışlarını ve sözlerini) insanlara aktarmada örneklik teşkil ediyordu. Hz. Hüseyin ehlibeytin en gözdelerinden, Peygamber Efendimiz’in “dünyadaki reyhanlarımdan, çiçeklerimden” dediği, “Cennet gençlerinin seyyidi-beyefendisi” diye niteleyip müjdelediği mümtaz bir şahsiyetti… Sevgili Peygamberimiz’in gözbebeğiydi; “öpüp kokladığı”, dizine oturtup “ehlibeytimizden” dediği, ağabeyi Hasan, babası Ali, annesi Fâtıma ile birlikte Cenab-ı Hakk’ın kendilerini “günahlardan arındırıp tertemiz kılmak istediği mümtaz bir insandı.
HZ. HÜSEYİNİN ŞEHADETİ ACI BİR VAKIADIR
Hz. Hüseyin’in Emevilerin siyasi icraatına ilk karşı çıkışı, Hz. Hasan’ın 49 (669) yılında vefatını müteakip 50-56 (670-675) yılları arasında Muaviye’nin, iktidarı kendi soyu ile devam ettirmek hevesine kapılması ve oğlu Yezid’i veliaht ilan ederek halkı zorla da olsa biate sevk etmesidir. Bu yeni durum, yönetimin babadan oğula aktarılması yöntemi olup o güne kadar Müslümanların uyguladığı siyaset geleneğiyle bağdaşmıyordu. İşte bu sebeple siyasi alanda bidat sayılan bu yeni durumla ilgili çalışmalar ortaya çıktığında sadece Hz. Hüseyin değil, Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman (r.a.), Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.), Hz. Zübeyr b. el-Avvam’ın oğlu Abdullah (r.a.), Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin (r.a.) buna karşı çıkmışlardı.
Hz. Hüseyin, İslami değerlere uymayan, önceki yöneticilerin uyguladığı İslam siyaset geleneğine ters düşen, tahribatı tüm toplum kesimlerini ve Müslümanların gelecek yüz yıllarını kapsayacak olan bir yanlışlığa hak ve adalet duygusuyla karşı çıkmış ve davası uğrunda şehit düşmüştür.
Sünni olsun Alevi olsun bir Müslüman olarak Sevgili Peygamberimiz’in dünyadaki reyhanlarından-çiçeklerinden bir çiçek ve cennet gençlerinin beyefendisi olan ehlibeytin göz bebeği Hz. Hüseyin’in şehadetinin manasını, onun haksızlığa karşı çıkışındaki şuuru kavramak ve -kendisinin de dediği gibi- davası uğruna canını feda etmesinin Müslümanlara muhabbet ve birlik-beraberlik olarak dönmesini sağlamaktır.
Hz Hüseyin: “Yüce Rabbim! Gökten merhametinle bana güç kuvvet indirerek düşmanlarıma beni galip getirmeyeceksen, şehadetimi Muhammed ümmetinin hayrına, kurtuluşuna vesile kıl. Haksızlığa, zulme, dayatmaya karşı, hak adına yürüdüm. Gerekirse bu uğurda canımı vereyim. Eğer galip gelemeyeceksem, sırtım yere düşecekse hak dava uğruna akan kanımı bir hayrın, Müslümanların bir silkinişinin, bir güçlenmesinin sebebi kıl!” diye dua etmiştir.
BU TÜR HADİSLER MÜSLÜMANLARI BİRLEŞTİRMELİ
Hz. Hüseyin şahadetinden önce tüm Müslümanlara mesaj niteliğinde söylemiş olduğu bu sözler, kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlar için derin anlamlar taşımaktadır. Evet, bu mesaj gerçekten çok önemlidir. Zira Hz. Hüseyin bu sözüyle bizzat bize Kerbela’yı nasıl anlamamız gerektiğini açıklamaktadır.
Her Müslüman, Yezid’e karşıdır, Hz. Hüseyin’in davasındaki samimi mücadelesini muhabbetle desteklemekte ve Peygamber Efendimizin aziz torununa gönül bağlamaktadır. Milletimiz, ehlibeyt sevdalısıdır; Milletimiz içinde Yezid taraftarlığı tarihin hiçbir döneminde olmamıştır, bugün de yoktur. Dolayısıyla Kerbela konusunu bütünleşmenin dinamik bir unsuru sayacakken, kör bir gazap ve hiddetle yola çıkıp kaba saba ithamlara basamak yapmak, hiçbir zaman tasvip edilemez. Bu yüzden diyoruz ki: Hz. Hüseyin Efendimize reva görülen muamele sebebiyle ağlamak ne kadar muhteremse, bu acıklı hadiseyi doğru okuyup doğru anlamak, doğru sonuçlar çıkararak ibret almak ve toplumun bütünleşmesine vesile kılmak da o derecede hatta daha ziyade önem taşımaktadır.
İnanıyoruz ki, Allah Rasulü’nün mümtaz torunu Hz. Hüseyin’in bizden beklediği ve istediği de budur. Bu olayda sevgi, saygı, hakka, hukuka riayet, insana hürmet, insanın fikrine önem vermek, dinlemek, anlamak yok olmuştur! Dolayısıyla bizler, İslam toplumunda insanlar arası ilişkilerde kaybolan bu değerleri öne çıkarmalıyız. Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki, her yıl muharrem ayında Kerbela Faciası’nı, acıların tazelenmesi, yaraların yeniden açılması için değil; Hz. Hüseyin Efendimizin uğrunda canını feda ettiği hak, adalet, rahmet, merhamet, müsamaha ve şefkat duygularının yeniden ihyası ve her meslekteki insan ilişkilerine yeniden yansıması için anmalıyız.
Diyoruz ki: Keşke Hz. Hüseyin’in başına bu hadise gelmeseydi, bu acıyı her yıl yeniden yaşamasaydık, ama bu da bir ibret olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Hz. Hüseyin haksızlığa karşı bir ışık yakmıştır, zalime karşı direnmiş ve doğruluk adına samimi bir yürüyüş içinde olmuştur. Belki muvaffak olamamıştır ama tarihe bir referans ve ibretli bir dipnot koymuştur. Hak ve adalet adına cesur davranmanın, hak ve adalet adına ayakta durmanın bir modeli ve örneği olarak Hz. Hüseyin en önlerde, en yüksek mevkilerdedir. Allah Teala, Habib-i Kibriya Efendimiz’in bu muhabbetli torununa rahmet etsin ve sevenlerini şefaatine eriştirsin!