Moloz Yığınları Altında Sürünen Şeref, Pas Tutan Medeniyet
İki bina yanımda yakıldı. Her ikisi de 40-50 daire başından neredeyse köy büyüklüğünde daire adlı hapishaneler. İlki 2004 yılında Konya'da idi. Meşhur Zümrüt Sitesi hadisesi.
Bir bayram akşamıydı. Rahmetli Kayınbabama gitmiştim. Yaklaşık 7-8 km uzağımızda yıkılmasına rağmen patlama olurcasına bir gürültü duyulmuştu. Hemen çıkıp yıkılan binanın yakına gittim. 10 katlı bina yerle bir olmuş ama sağ ve solundaki 10'ar katlı iki binada az sayıda da olsa hâlâ insanlar pencerelerinden izliyordu göçüğü.
Evim yıkılan binaya 500 metre mesafedeydi. Dostum Ahmet Belge'yi de burada kaybetmiştik. Zümrüt'ten gereken ders çıkarıldı mı? Muhtemelen çıkarılmadı. O zaman şehrin az sayıda yüksek binası vardı şimdi neredeyse tümü 10-15 katlı yığınlara dönüştü.
Ölüm yığınları etkileseydi dünya bu halde olmazdı. İnsanlık o kadar dünyaperest olmuş ki, ölüm, ancak kapıya gelince etkiliyor. Onun etkisi de 24 saat ya sürüyor ya da sürmüyor.
1999 yılında Zümrüt'ün altındaki işyerini kiralamıştık. Sahibi, istekleri bitmek bilmeyen bir zengin ve o binada can veren bir manifaturacı idi. Şu an net hatırlamadığım bir nedenle vazgeçildi. Sonra dostlarım M. Dinç, R. Garip'ler kiraladı. Birkaç yıl sonra onlar da oradan yan binaya taşındı. Böylece Allah bizleri o yıkımdan korumuştu.
Geçtiğimiz hafta sonu da Yeni Söz'e yüz metre mesafede, yani Zeytinburnu'nda bir bina yıkıldı. 2 kişi vefat ederken 17 yaralı varmış. Çevredeki 21 bina ise tahliye edilmiş.
Bina yıkıldığında gazetedeki odamda çalışmakta idim. Bulunduğumuz bina da sallandı. İzinli editörümüz de yıkım anında o civarda olduğu için hemen haber verdi, görüntü geçti. Yine acı bir fatura var orada. Bu yıkımlar ne ilk olacak, ne de son. Şimdi bu göçmeyi bahane ederek “kentsel dönüşüm” edebiyatına hız verecekler.
Konya'nın merkez Karatay ilçesi bundan 10-15 yıl önce tek katlı bahçeli evlerin hâkim olduğu bir bölge idi. Şimdi ise inanç ve değerlerimizle hiçbir bağı kalmayan bir beldeye dönüştü.
Bölgedeki ziraat sahalarına sanayiler, üniversite ve adliye dâhil pek çok bina yapılmış ve yapılmaya devam ediyor. İstanbul'un içler acısı hali ise zaten ortada.
Hangi şehre giderseniz gidin müthiş bir özenti, tamah, aşağılık duygusu, yabancılaşma, sekülerleşme ve rant oyunu ile karşı karşıya kaldığımızı görürsünüz.
İyi ve güzelden, kötü ve çirkine doğru bir koşuşturmaca hâkim.
Gâvurların terk ettiği hayata doğru bir salgın var içimizde.
2 şubat 2004 günü 11 katlı Zümrüt apartmanı yerle yeksan olmuş 92 kişi hayatını kaybetmişti
KOPYALAMA İYİDİR AMMA…
Kopyalama iyidir amma mukallidin neyi taklit ettiğinin şuurunda olması şartıyla. Şayet kâinatta olanları ve tabiatı taklit ediyorsanız iyi yolda olduğunuzdan şüphe yok.
Yok, batının insanî değerlerden yoksun hal ve fiillerini taklit ediyorsanız, işte orada durmalısı
nız. Çünkü bugün bizim yaptığımız yegâne şey bu.
Doğudan batıya çok sayıda ülkeyi görmek nasip oldu. Bizdeki kadar kötü yapılaşmayı sadece Hong Kong ve Çin'in büyükşehirlerinde gördüm. Filmlerde gördüğümüz New York, gerçek şehir değil, bize pazarlanan neredeyse sadece Manhattan adası. İnsanların yaşadığı New York, iki kattan fazla bina ve trafiğin olmadığı bahçeli evlerin yer aldığı muazzam bir şehir.
Bizdekilerin yapılarının rantı hariç, bir özelliğinden söz edilemez. Bu bize hikmeti kaybettiğimizi ve geri getirmek için de bir çabamızın olmadığını gösterir.
Taklitten söz etmişken esasında Allah'ın benzersiz kâinatının cüzlerini ve oradaki ahengi taklit ederseniz muhteşem bir eser üretebilirsiniz. Batının köhneleştirdiği şeyi taklit ederseniz de ardı arkası kesilmeyen Zümrüt faciaları yaşarsınız. Ucube yapılar üretirsiniz ve bunların hiçbiri 30-40 bilemediniz 50 yıldan fazla ayakta kalamaz.
Zeytinburnu'nda yıkılan bina 25 yaşında. Oysa Mimar Sinan'ın Küçükçekmece gölünün üstündeki köprüsü 500 yaşında sapasağlam ayakta. 50 yılda hiçbir yapı ayakta kalmıyorsa ‘bu nasıl bir sektördür, bu nasıl bir mimaridir, bu nasıl bir soygundur' diye sormak gerekmez mi?
13 Ocak 2017 tarihinde Zeytinburnu'nda çöken binada 2 kişi ölmüştü
OSMANLI İLE ARAMIZDAKİ FARK
Osmanlı fizik ve metafiziği birlikte kullanan bir medeniyetti. Beşeri alanları tanzim ederken ilahi sınırları asla çiğnetmezdi. Devletin gücünü göstermeye dönük bazı istisnalar dışında asla “gösterme ve büyüklük” nişanesine izin vermezdi.
Onların mekân tasavvuru ile bizim mekân tasavvurumuz arasında siyahla beyaz arasındaki kadar fark oluştu. İşin kötüsü biz iyiye değil, kötüye temayül etmeye devam ediyoruz. Maddi varlığımız arttıkça daha fazla yoldan çıkıyoruz. Maddi varlık bizi Hakk'tan ziyade batıla yaklaştırıyor.
İslam filozofları/uleması mantığı ilimlerin en tepesine yerleştirmişti. Mantık, her şeyden evvel Allah'ın âlemleri yaratma maksadına erişme ve düzeni koruma amacıyla istifade edilen müracaat edilen bir ilim dalıydı.
Felsefeyi zihnin, kelamı inancın, tasavvufu ruhun, şiiri sözün, musikiyi kulağın, mimariyi şehirler ve hayatın, ahlakı toplumun, siyaseti ve iktisadı dirayetin, hukuku da adaletin tesis ve ahengi için kullandılar.
İnsanlık şerefini geri kazanmak; hayatını, sıhhatini, geleceğini, aklını, değerlerini muhafaza etmek istiyorsa, İslam medeniyetinin zarafet, letafetine, hak, hukuk ve hikmetine sığınmak zorunda. Ama bunu önce biz Müslümanlar yapmalıyız.
Bunu yapmak için Endülüs'ün ilk ve orta, Osmanlı'nın ise Bursa ve İstanbul'un Kanuni'ye kadarki dönemlerinde olduğu üzere; felsefecisi, kelamcısı, ilahiyatçısı, mimarı, mühendisi, siyasetçisi, hukukçusu, musikişinastı, zanaatkârı özellikle aynı niyet, maksat, ahenk, estetik ve hikmet çizgisine gelmesi gerekiyor.
Aksi halde ucube yığınlar arasında komşuyu komşuya, kardeşi kardeşe düşman eder, nezaket, saygı, hürmet, hak ve rızayı yok ederiz.
300 metre toprağa sığdığımız 50 aileyi, 25 yılda aynı binadan tahliye etmeye, birbirine düşman kılmaya ve bazılarımızı veya hepimizi beton yığınlarında heba etmeye devam ederiz.
Bu ise en basit anlamda beceriksizlik, basiretsizliktir. Bir adım ötesi ise emanete ihanet!