Misak-ı Milli… Bir Mecburiyetin Anatomisi – II
Misak-ı Milli’nin Kabul Edildiği Siyasi Ortam
Misak-ı Milli her şeyden önce belge işgal altındaki bir başkentte ve kapısında işgal kuvvetlerinin askerlerinin nöbet tuttuğu bir mecliste kabul edilmiştir. Zaten bu belgenin kabul edilmesi Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapatılma gerekçesi olmuştur.
Misak-ı Milli’nin meclis tarafından oylanmasından önce Edirne Mebusu Mehmet Şeref Bey’in yaptığı konuşmada;
“Ortaya, ölümümüze kadar sürecek olan, bir Misak-ı Millî çıktı. Bu öyle bir Misak-ı Millî’dir ki, Meclisimiz bunu kesin bir kararla bundan sonraki tarihimize kaydederken geçmişin güçlü ve parlak günleri kadar gelecekte de milletimiz için umduğumuz ve devletimiz için beklediğimiz en parlak günleri hazırlamış olacağız. “…”. Dünyadaki bütün acılı insanlara huzurlu bir gün yaşatabilmek için bunun, insanları çiğnemek ve esir yaşatmak istemediklerini ilân etmiş olan Avrupa'nın bütün uygar devletlerine duyurulmasını teklif ediyorum…” diyordu. Ardından önerge oylanmış ve teklif oybirliği ile kabul edilmiştir.
Misak-ı Milli’nin dikkat çeken satırbaşları şu şekilde özetlenebilir:
1- İşgal altındaki Arapların yoğunlukta olduğu İslam toprakları sosyal, dini ve beşeri bakımdan ayrılmaz bir bütünün parçasıdır ve ayrılamazlar.
2- Kars, Ardahan ve Batum için halkoylaması yapılmalıdır.
3- Batı Trakya’nın hürriyeti meselesi oylama ile belli olmalıdır.
4- Devletin adli, mali ve diğer alanlarında gelişmeyi engelleyici bağlar reddedilmiştir. Ortaya çıkacak devlet borçları ise yine bu esaslara göre ödenecektir.
Edirne Mebusu Şeref Bey’in sözlerinde dikkat çeken bir husus vardır. O da; geleceğe bir vasiyet bırakılmış olmasıdır. Yani ortada tam olarak kağıda kaleme dökülemese de bir hayal vardır. Bu bakımdan belgenin yazıya dökülmüş halinin yanında yazıya dökülemeyen halinin, o günün koşullarında “hayal” olarak kalan kısmının etraflıca tartışılması gerekir.
Milli Misak Türk Milletini Tutmuştur, Ama...
Misak, kelime anlamı olarak, tutmak, bağlamak, sabitlemek anlamlarına gelir. Bu anlamdan hareketle bu ahdleşme anlamının da etkisiyle Türk toplumunu uzun süre toparlamıştır.
Şimdi o günkü yapılan konuşmaları ve Misak-ı Milli’nin neleri içerdiğini biraz kenara bırakarak tartışmamıza geçelim.
Modern hukukta ve uluslar arası hukukta bazı kaideler vardır. Mesela “Eski anlaşmalar en iyi anlaşmalardır” sözü yazılı bir kural olmasa da teamüli geçerliliği olan, aktörlerin geçmişin sorunsuz zamanlarında imzalanmış anlaşmalarına sıkça atıf yaptığı bir sözdür. Bu söz, günümüzde devletlerarası ilişkiler her ne kadar belirli anlaşmalarla yapılmış olsa da, bu anlaşmaların kimi zaman olağanüstü durumlarda ya da belirli bir “hukuksuzluk” içerisinde imzalandığını ifade etmek için kullanılır. Bu bakımdan tartışma konusu olan hususların çözümünde geçmişin barış zamanlarında ve eşit şartlarda yapılmış anlaşmalarına atıflar yapılır.
Bir diğer önemli kaide ise yukarıdaki cümlede de nispeten geçtiği üzere anlaşmaların/akitlerin eşit taraflar arasında ve eşit şartlar altında imzalanmış olması hususudur. Aynı zamanda anlaşmaların belirli bir hakkaniyet ölçüsünde olması esastır. Hakkaniyet ilkesini gözetmeyen anlaşmalar daha o gün ölü doğmuş anlaşmalardır. Bunun en büyük örneklerinden ikisi “Sevres Anlaşması” ve “Versaille Barışı” olarak bilinen anlaşmalardır.
Sevr Anlaşması’nı, Misak-ı Milliyi hayata geçiren liderlik, tarihin çöplüğüne gönderirken Versay Barış Anlaşmasını da Adolf Hitler yırtıp atmıştır. Bunların her ikisi de hem kadim hukuka riayet etmeyen hem de mevcut koşullarında muhataplarının haklarını hiçe sayan anlaşmalardır. Bu sebeple yürürlükleri hiçbir şekilde olmamıştır.
Misak-ı Milli’nin İçeriği
Misak-ı Milli Belgesine geri dönelim;
Misak-ı Milli şu dört esas açısından hem o gün için hem de bugün için yeniden incelenmeye ve sorgulanmaya muhtaçtır. Bunlar;
1- Eski Anlaşmaların hiçe sayıldığı bir savaşlar çağında ortaya çıkan mecburiyet dolayısıyla çiğnenen hukukun iadesi, Osmanlı’nın ve O’nun geride kalan bakiyesinin hukuki statüsünü garantiye almış olan eski anlaşmalar,
2- Osmanlı kavramının sosyal ve içtimai sınırlarının doğru bir şekilde tespiti,
3- Sultan Abdulhamid’e iade-i itibar yolu açılarak Musul üzerinden eski hukuki hakların hayata geçirilmesi,
4- Osmanlının (Türk Egemenliği) olmadığı eski topraklarda yüz yıldır devam eden sorunları uygar batının hala çözememiş olması.
Misak-ı Milli, eski anlaşmalara ilişkin teamüllerin aç gözlü Avrupalılarca[4] hiçe sayıldığı, hakkaniyet kuralının yerle bir edildiği bir ortamda, medeniyet denen canavarın tek dişini şarkın zayıf damarlarına ölümüne geçirdiği bir ortamda ortaya çıkmıştır.
Bir kere Misak-ı Milli’nin bu şekilde doğuşu bile Misak-ı Milli’nin asıl niteliğinden geride kaldığını göstermektedir. Çünkü silahların gölgesinde toplanan bir meclis ancak yangından kaçarcasına canını kurtarmaya çalışmış, kendi öz malı bir çok şeyden fedakârlıkta bulunmak zorunda kalmıştır. Silahların gölgesinde ancak ve ancak insanlığın en kutsal değeri yaşam hakkını gündeme getirebilmiş, sahip olduğu malını, mülkünü ve tüm hukuki haklarını gündeme getirmekten aciz kalmıştır. Bu koşullarda misak-ı Milli’nin sınırları bir mecburiyetin çizebileceği en geniş sınırlardır.
Misak-ı Milli bir başkaldırı olmasına karşın, ancak canının derdine düşen birinin düşünebileceği ya da hesaba katabileceği bir çerçeveye sahiptir. İnsanlık geleneğinde can’ın her zaman için bir dokunulmazlığı vardır. Misak-ı Milli de başkaldırısını yaparken çok da ileri gidememiş, ancak bu eski hukuk kaidesinin insafına sığınır bir ölçekte önce can tanımına giren toprakların sınırını çizmiştir.
Oysaki yangından kaçanların geride nice nice malı mülkü kalmıştır. Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın saldırgan ve güçlü Avrupa’sının tutumu gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yeni konjonktür karşısında Türkiye Cumhuriyeti, eski defterleri açmaktan hep kaçınmıştır. Özellikle Sovyetlerin ortaya çıkışıyla Avrupa ve Asya haritasının beklenmedik şekilde değişmesi hiçbir devlete adam akıllı geçmişin defterlerine el atma fırsatı vermemiştir.
Mesela Fransa ve İngiltere, Ortadoğu’dan güçlerinin zayıflaması dolayısıyla çekilirken bölgeyi sürekliliği arz eden sorunlarla baş başa bırakmış, çözümleri güçlenecekleri ileri bir tarihe yine kendi inisiyatiflerinde olacak şekilde ertelemişlerdir.
Ortadoğu’da hala devam etmekte olan sorunun temeli de Fransa ve İngiltere’nin o çok bilinen “Şark Sorunu” çerçevesinde bölgesel haritayı içinden çıkılamaz bir hale getirmeleridir. Bu çerçevede Fransa ve İngiltere bölgeye el atmayı hep istemişse de daha 1930’larda Hitler’in Avrupa için bir tehdit olarak ortaya çıkması, bu ülkelerin bölgeye ilgisini aynı derecede devam ettirmesini engellemiştir.
Türkiye için ise durum bilindiği gibi “Şeyh Sait İsyanı” ile sürecin ve ilginin kesilmesi şeklindedir. Daha doğrusu o dönemde ortaya çıkan “Milletler Cemiyeti”, Fransa ve İngiltere’nin isteği doğrultusunda Türkiye’nin güneyini (Musul) Türkiye’den koparmış, ancak İkinci Dünya Savaşı başlayınca da statüsü tartışmalı Hatay’ı bir rüşvet olarak Türkiye’ye ikram etmiştir.
Aynı çevrelerin yine statüsü tartışmalı “Oniki Adaları” Türkiye’ye vermemiş olması da ilginçtir. Çünkü o dönemde Almanya’nın krom ihtiyacını[5] karşılayan Türkiye’nin, Akdeniz’i kontrol etmesini sağlayacak olan Oniki Adaları elinde tutması tehlikeli bulunmuştur. Bu, olası bir Alman-Türk ittifakı durumunda Akdeniz’in, Fransa ve İngiltere tarafından tamamen kaybedilmesi demektir.
Bu davranış, 1935 Akdeniz Paktı ile Türkiye’nin güvenliğini İtalya’ya karşı garanti altına alan Fransa ve İngiltere’nin Türkiye ile yürüttükleri ilişkinin gerek içeriğini gerekse samimiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Zaten bu yüzdendir ki İsmet İnönü, bütün ısrarlara rağmen –açlık ve kıtlık pahasına da olsa- Türkiye’yi fiilen savaşa sokmaya hiçbir şekilde yanaşmamıştır[6].
1950 ve sonrası ise dünyada yepyeni bir düzenin kurulduğu yılları ifade eder. Sovyetlerin yarattığı kırılma sonucu Varşova Paktı ve NATO Paktı ortaya çıkarken, bu iki paktın merkezinde yer almayan devletler ABD ve Sovyetler etrafında “kümelenmek” zorunda kalmışlardır. Haliyle böyle bir kümelenme ihtiyacı dünya devletlerinin hemen hepsini milli çizgilerinden ayrı bir siyasetsin içine sokmuştur. Türkiye de bu çerçevede milli siyasetine NATO ayarı vermiş, uluslar arası ilişkiler ağındaki yerini NATO Konsepti’nin elverdiği ölçülerde almıştır.
Sovyet tehdidi ile ABD politikalarının cenderesine sıkışan Türkiye, 1989 yılında Sovyetlerin yıkıldığı güne kadar Misak-ı Milli hali hazırda elimizde bulunan sınırlarının dışında Türk Medeniyetine ilişkin en ufak bir emare aramamıştır[7]. Oysa, bin yıldır bu bölgede yaşayan Türkler, sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel izler bırakmış, kültürler ve toplumlar arası kaynaşmalar olurken demografi bakımdan da tüm bölge kozmopolit bir nitelik almıştır.
Sonuç olarak içine kapanan bir Türkiye ve dönemin mecburiyetleri gereği çerçevesi oldukça dar çizilmiş bir Misak-ı Milli’nin ancak elde edilebilen kısmına hükümran bir ülke. Gerek NATO’yla yürütülen bu bağımlılık ilişkisi gerekse Türkiye’nin kendine özgü içine kapanıklığı Türkiye’nin doğal hinterlandına ilişkin politikalar üretmesini engellemiştir.
------------
[4] O dönemde Çanakkale’ye, Kafkasya’ya, Galiçya’ya akın akın saldıran Avrupa medeniyet dairesi Türkleri insandan bile saymamış hatta İngiliz Başbakanı Winston Churchill, İngiltere Lordlar Kamarası’nda, Türklere karşı gaz bombası kullanılmasına karşı gelenlere “Biz insanları zehirlemeyeceğiz ki. Siz Türkler’i insandan mı sayıyorsunuz? Onlar köpek ve domuz gibi ancak hayvan sayılabilir.” demiştir.
[5] Krom o dönemin ağır silah sanayisindeki en önemli hammaddedir. O dönemlerde dünyadaki en büyük ve önemli krom üretici olan Türkiye, bir yandan tarafsızlığını korurken bir yandan da gönlünden geçen Almanya taraftarlığını Almanya’ya krom satarak göstermiştir. Zaten almanlar Edirne’ye kadar gelmiş olmalarına rağmen özellikle bu yüzden Türkiye’ye saldırmamıştır. Türkiye krom satışını Almanların savaşı kaybedeceğinin belli olmaya başladığı 1943 yılına kadar sürdürmüştür.
[6] Çok çetin bir tarafsızlık politikası izleyen Türkiye, almanya’nın ardından Japonya’nın da savaşı kaybedeceğinin kesin olarak anlaşıldığı 1945 Mayıs’ında her iki devlete de resmen savaş ilan etmiş ancak fiilen de savaşa girmemiştir. Bu savaş ilanı sayesinde Türkiye, Dumberton Oaks Anlaşmasına göre Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi sıfatı kazanmıştır.
[7] Basit bir örnek vermek gerekirse, İran’daki Kaşkay Türkleri buna önemli bir örnektir. 1935 yılında Şah Rıza’nın uçakları Türkleri bombalarken, Türkiye İran’da Türk olduğu iddiasını resmi ağızlardan reddetmiştir. Bu reddiye 1989 yılına kadar da resmen sürmüştür.
Merhaba Halil Bey,
Kasım 4th, 2009 at 11:10Yazınızın bir sonraki bölümünde değinecek misiniz bilemiyorum; aceleci davranmış da olabilirim. Bunun için özür dilerim.
Şöyle bir şey hatırlıyorum. Misak-i Milli ya da diğer anlaşmalarının içinde gömülü olan maddelere istinaden, Kuzey Irak'ta (veyahut tüm Irak bölgesinde(?)) bulunan toplulukların ortak karar vermeleri dahilinde bölge Türkiye sınırlarına katılabilir.
Bu mevzu hakkında bilgilerinizi bizimle paylaşırsanız sevinirim.
Saygılarımla,
Merhaba Hazal Hanım,
Bilginiz doğru, zaten Misak-ı Milli'nin içeriğine ilişkin olarak buraya aldığım;
"İşgal altındaki Arapların yoğunlukta olduğu İslam toprakları sosyal, dini ve beşeri bakımdan ayrılmaz bir bütünün parçasıdır ve ayrılamazlar" ifadesi tam da bu söylediğiniz konuya vurgu yapmaktadır. Buraya uzun uzun alma şansım olmadı ancak Misak-ı Milli'yi hazırlayan idrakın çerçevesini tahayyül ettiği vatan'ın bölünmez parçaları içinde Suriye'nin bir kısmı, Irak ve bugünkü Lübnan'ın bir kısmı da vardır.
Bu sınırı oluşturan yaklaşım ise; Osmanlı kavramının çekirdeğini meydana getiren dindaşlık, ırkdaşlık, kültürel benzerlik gibi değerler oluşturmaktadır.
Bu bakımdan Misak-ı Milli'nin mecburiyetlere dayalı oluşturulan sınırları içerisinde bahsettiğiniz yerler istisnasız vardır. Her ne kadar tahayyül edilen sınırlar çok daha geniş olsa da.
Ayrıca buraya da aktardığım birinci madde "plebisit" içermektedir. O dönemde gerek Lenin gerekse Wilson'un fikirleriyle yaygınlaşan "milletlerin kendi kaderini tayin etme hakkı" bu belgenin zaten temel dayanaklarından birisidir.
Saygı ve Selamlarla...
Kasım 4th, 2009 at 12:28Son derece güzel, öğretici ve güncel konulara da tetabük eden bir yazı. Bunun için sizi tebrik ederim. Ama Musul'un hangi mecburiyetlerin sonunda sınırların dışında kaldığı yeterince açık değil. Musul ile ilgili olarak Şeyh Said isyanına da değinilmiş ise de arada ki zaman farkı sebebiyle Musul'un sınırlar dışında alması ile Şeyh Said isyanı ile de münasebeti yeterince açıklanmamış. Eminim ki devamı sayılabilecek bir yazı da bu konularda aynı güzellik ve zengin içerikle açıklanacaktır.
Kasım 4th, 2009 at 22:37Sağlık ve başarı dileklerimle.
Selamlar.
Alaka ve övgünüze teşekkür ederim.
Yazıyı daha doğrusu Misak-ı Milli konusunu hep yapılan hatada olduğu gibi Musul'a odaklamaktan özellikle kaçındım.
Türkiye'de hep bir yanlış vardır:
Misak-ı Milli sanki çok özgür bir ortamda ortaya çıkmış, Musul da Misak-ı Milli'nin elde edilemeyen tek yeridir.
Hayır bu bilgiler önemli yanlışlıklar içermektedir.
Mesela Batum, mesela Batı Trakya ve ilk maddede geçen ve "sosyal, beşeri ve dini" bütünlüğün bir parçası olan yerler ifadesinde karşılığını bulan daha bir çok yer, bunların hepsi Misak-ı Milli'nin içindedir.
Musul konusuna gelince;
Ankara Hükümeti, 20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması ile Hatay dışında Suriye sınırını kesinleştirirken, Irak Sınırı biraz daha tartışmalı bir şekilde çözülmüştür.
Musul Sorunu haricindeki sınırlar Lozan Barışı ile çözülürken Musul konusunda Türkiye ile İngiltere arasında konunun görüşülmesi, çözülemezse konunun Milletler Cemiyeti'nin hakemliğine gidilmesi kararlaştırılmıştır.
Birkaç konferansın ardında konu -mecburen- 1925'te MC'ye taşınmıştır. Aynı yılda (1925) Güneydoğu Bölgesinde kış mevsiminde çıkan Şeyh Sait İsyanının bastırılması 3-4 ay gibi uzun bir zamanı alınca Türkiye, Musul'u savaşla dahi alma arzusunun o günün şartlarında mümkün olmadığını görmek durumunda kalmıştır. Aynı zamanda kaynaklarda pek geçmez ama İngilizlerin Akdeniz Donanmasını İskenderun Limanı açıklarına konuşlandığını yazan yazarlar da vardır. Petrol Fırtınası'nın yazarı Raif Karadağ bunlardan birisidir.
Sonuç olarak 1923'teki meclis tartışmalarında "İlerde gerekirse silah zoruyla geri alırız" diyen Mustafa Kemal, Şeyh Sait İsyanı ile güçsüzlüğümüzün ortaya çıkması ile İngilizlerle yeni bir kumar oynamaktan açıkçası çekinmiştir.
Sonuç olarak Türkiye, 1925 yılında Hakkari'yi Türkiye'ye, Musul'u manda altındaki Irak'a bırakan kararı tanıyarak 1926 yılında İngilizlerle anlaşma yapmış ve attığı imza ile Musuldan -pozitif hukuk açısından- ebediyyen vazgeçmiştir.
Ancak benim bu yazı ile tartışılmasını istediğim aslı konu da o günün despotik pozitif hukukunun barış zamanında bir geçerliliğinin olamayacağıdır.
Çünkü o dönemde savaş hukukunun kadim kaidelerine bile uyulmamıştır. Churchill'in sözlerini hatırlarsak ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Ayrıca yazıda dile getirmeyi unuttuğum çok önemli bir husustur:
O da Mondros'un dayandığı bir esas vardır. O da anlaşmanın imzalandığı an kimin ordusu nerede ise orası o ülkeye aittir. Mondros imzalandığı sırada da Musul Türklerin elindeydi. Bu bile eski defterlerin yeniden açılması için yeter sebeptir. Sırf bu yüzden müttefikimiz Almanlar anlaşma imzalanmadan bir statüko yaratabilmek için o günlerde Türklerin elinde olan petrol bölgesi Batum'a askeri harekat düzenlemiş ve yüzlerce askerimizi şehit etmiş ancak kenti düşürememiştir.
Selami Bey,
Yine de sorunuz tam anlamıyla cevabını bulmuş değil, eminim. Ancak benim bu yazı ile maksadım, elimizdeki Misak-ı Milli'nin çizdiği sınırlardan öte Türklerin o dönemde içinde bulunduğu realiteye en uygun Misak-ı Milli'nin artık tartışılmaya başlanmasıdır.
Saygı ve Selamlarla.
Kasım 4th, 2009 at 23:30