Mezhebin İçinden mi, Dışından mı Konuşmalı? (I)
Bir ilim talibesinin bir süre beklettiğim usul sorusuna ayıracağım. Usul sorularını önemsiyorum. Usulü konuşmak, bir bakıma “asılı” konuşmaktır. “Ne asıl”dan türetilen “nasıl” sorusu, aynı etimolojiden neşet ettiği için hem asla hem usule mütealliktir. Hepsinden önemlisi “vusulsüzlük, usulsüzlüktendir”.
“Hocam, Size, Ürdün'den yazan yüksek lisans öğrencisinin mektubundan cesaret alarak görüş ve önerilerinizi almak adına ben de bir mektup yazmak istedim. … İlahiyat Fakültesi'nde fıkıh'tan yüksek lisans yapıyorum, tez dönemindeyim ve aynı zamanda … İl Müftülüğü vaizesiyim.
Tez olarak "Yusuf el-Kardavî'nin çağdaş fıkıh meselelerinde izlediği yöntem" i inceliyorum ve bu şahsın usulüyle ilgili kitapları başta olmak üzere fetva ve görüşlerinde nasıl bir yöntem izlediğini anlamaya çalışıyorum. Konuyu çalışırken bu şahısla ilgilenen ilim adamları ve hocalarımızdan bazılarının Kardavî ile ilgili olarak "mutlak müctehid" tanımı yapmaları, konu üzerinde farklı bir açıdan düşünmemi sağladı ve açıkçası kafam karıştı, içinden çıkamadım.
Fıkıh mirasının ancak mezhep ekolleri içinde neşv-ü nema bulacağını düşünen Erciyes Üniversitesinden lisans tezi danışmanım …, "bir mezhebin içinden konuşmamanın, bir yerden konuşmak olmadığını" söylerdi. bir yerden konuşmayan kimseyi ise "neye göre" doğrulayabilir yahut yalanlayabiliriz derdi.
Kardavî bir mezhebin içinden konuşmayan ve kendini bir başka mezhebi taklit merciinde görmeyen bir âlim. Bu, modern zamanlarda "yeni hayat"ı anlamak için yeni mezheplerin teşekkül etmesi midir? Yoksa geleneksel mirasımızın yeniden düşünülmesinden ibaret bir "tecdit" anlamı mı taşır?
Bu sorular ilmî olduğu kadar meslekî anlamda da zihnimi meşgul etmekte. Diyanet İşleri Başkanlığı sadece tek bir mezhebi esas alarak fetva vermiyor. Birden fazla mezhep arasında tercihlerde bulunuyor. Kimi meseleler hakkında ise bir fikir beyan etmiyor. Bizler vaiz ve vaizeler olarak hayatın ve müslümanların direk içindeyiz ve cemaatle muhatabız ve gelen fetvalara cevap vermekle mükellefiz. Taklit merciinde olan bu kimselere çoğunlukla Hanefi mezhebi içinden cevaplar veriyoruz ancak bazı modern problemlere nasıl ve ne şekilde cevap verileceği usul olarak bir sorun.
Bu usul problemine çözüm olabilir diye fetva usulüyle ilgili tez yapayım derken kafam daha da bir karıştı. Sorunu ne kadar anlatabildim bilemiyorum ama bu konularla ilgili genel bir bakış açısına şiddetle ihtiyaç duymaktayız. Yardımcı olursanız minnet duyacağız ve zaten size bize öğrettikleriniz sebebiyle minnettarız. Rab, ilmiyle amil, ameliyle kâmil eylesin bizleri. Hürmetlerimle.”
Peşinen söyleyeyim ki, sual sahibi ilim talibesi hayatın içinden konuşan bir vaize olmamış olsaydı, şu meseleyi dert edinmezdi, edinemezdi. Modern eğitimin ürünü olan akademik kariyer süreçlerinin bir azizliğidir bu. Bilgi hayattan koptuğu anda, ahlaktan da kopar. Kim bilir, belki de kartezyen ve pozitivist köklere dayalı “modern üniversite”nin amacı budur. Ancak bu efsunun mayıştıramadığı uyanık şuurlar bozabilir bu ahir zaman büyüsünü.
Fıkıh başlangıçta “ilm-i hal” idi. Yani, “halin ilmi” idi. Sonraları “ilm-i kîlukâl” oldu. Fıkhın ilm-i hal olmasının “tefakkuha” dayalı olmasıyla mümkün olduğunu bu köşede dile getirmiştim. Tefakkuh, Allah’ın insana verdiği tefekkür nimetinin “hâle” tekabül eden boyutuydu. Bunun “Mazi”ye tekabül edenini tezekkür, “istikbale” tekabül edenini ise tedebbür idi. Bu üç hal arasında bağ kurma melekesine ise “taakkul” diyorduk.
Okurumuz, Mısır asıllı alim ve müctehid Yusuf Karadavi’nin çağdaş meselelere dair fetvalarında uyguladığı usul üzerinden geldiği noktanın “kafa karışıklığı” olduğunu söylüyor. Aslında bu hiç garip değil. Karışmayan kafa konforunu bozmuyor demektir. Kafa konforunu bozmadan bir bilginin elde edilme, üretilme ve iletilme süreçlerine katılmaya kalkışmak, elini makasa vurmadan berberlik, hamura vurmadan ekmek yapmaya, ıslanmadan yüzmeye benzer.
Elbette bu bir sual değil, meseledir. Şimdilerde “problematik” yerine uydurulan “sorunsal” (Arapların dilinde “işkaliyye”) diyorlar ya, işte o türden. Bu meselenin nirengi noktasını belirlemek için, bizim de sorular sormamız şart.
Mesela şu okurumuzun lisans tezi hocasının “Bir mezhebin içinden konuşmamak, bir yerden konuşmamaktır” iddiası. Bu aforizma, ilk bakışta sorunu çözüyormuş gibi duruyor. Fakat hayatın pertavsızına tutunca, ilk bakıştaki o iddialı duruş yerini bir güvercin ürkekliğine bırakıyor. Sorular sormaya başlayınca, lambada titreyen alev resmen üşüyor.
İyi de, bu durumda mezhep imamlarını bir “yerden” konuşmamakla, yani “yersiz” olmakla suçlamış olmuyor muyuz? İctihad önceki âlimlerin sorumluluğu ise, sonrakilerin de sorumluluğu. Öncekilerin sorumluluklarını yerine getirmiş olmaları, sonrakilerin üzerinden sorumluluğu kaldırır mı? Karadavi Hoca’nın, bütün bir fıkıh geleneğini dışladığını söylemek hakkaniyetli olur mu? Bunu demeye sebep eğer onun dün hiç konuşulmamış, konuşulması da beklenmeyen yeni meseleler hakkında hüküm vermesi ise, bu durumda cevap verilmesi gereken soru şu: Karadavi veya bir başka fakih ne yapmalıydı? Şıklar: a) Ya konuşacaksa mutlaka her hususta tek bir mezhebin içinden konuşmalı, b) Bir mezhebin içinden konuşmuyorsa susmalı, c) Mezhep imamlarının bastığı yerin kontenjanı doldu, oraya ayak basmamalı, d) O yerden onlar konuşursa “yerli”, fakat Karadavi konuşursa “yersiz” sayılmalı.
Görüyorsunuz, bazen bir meseleye cevap sandığınız bir söz, bin soruya ebelik eder.
9450