Mezhebin İçinden mi, Dışından mı Konuşmalı? (II)
Bir önceki yazımda köşeme taşıdığım ilim talibesinin mesajında yer alan usul sorusu/sorunu/sorunsalı, tez hocasından aktardığı şu pasajda dile geliyordu:
“Fıkıh mirasının ancak mezhep ekolleri içinde neşv-ü nema bulacağını düşünen Erciyes Üniversitesinden lisans tezi danışmanım …, "bir mezhebin içinden konuşmamanın, bir yerden konuşmak olmadığını" söylerdi. bir yerden konuşmayan kimseyi ise "neye göre" doğrulayabilir yahut yalanlayabiliriz derdi.”
Bu naçiz Kur’an talebesi de, önceki yazımda bu tesbitin açıklarmış gibi yaptığı meseleleri açıklamaktan uzak olduğunu, sorunu çözmediğini, hatta daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini, yazımın sonunda sorduğum sorularla ortaya koymaya çalışmıştım.
Kaldığımız yerden devam edelim ve ilk olarak “fıkıh mirasımız” kavramsallaştırmasını ele alalım. Fıkıh mirasımız, bizim mirasımızdır. Zerresini feda etmeyiz. Yunan Felsefe medeniyetiyde, Roma savaş medeniyeti, İslam ise “fıkıh medeniyeti”. Bürhan ve İrfan bilgi sisteminden farklı olarak Beyan Bilgi Sistemi, İslam’ın ürettiği özgün bilgi sistemidir. Bu sistemin kökü vahiy, gövdesi ameli sünnet, meyvesi fıkıhtır.
Bu ağacı kökünden sökmek, insanlığın değişmez değerlerinin ölür adı olan İslam’ın insanlığın son çevrimindeki tezahürü olan vahyin köküne kibrit suyu dökmekle eş anlamlıdır. Fakat tohumunu el-Vedud olanın ektiği bu “tuba” ağacını daha cins meyveler elde etmek için budamak ve aşılamak işin tabiatı gereğidir. Yoksa ağaç bakımsızlıktan yaşlanır ve meyve vermez olur. Bu durumun sorumlusu da ona bakmakla sorumlu olanlardır.
Bu “tuba” ağacına karşı üç tür yaklaşım vardır:
1. Ağacı kökünden sökmek, o becerilemezse kökünden kesmek. Bunların niyeti bellidir. “Tuba” ağacını söküp yerine “şecere-i melune” ve “şecere-i zakkum”u dikmek. Onlar insanın değil şeytanın dostlarıdır.
2. Ağacı “dokunulmaz” ilan edip tek dalına dahi elletmemek. İçtihad kapısını “cehennem kapısı” olarak lanse edip kendilerini de o kapının zebanisi zannedenler takımı bu kısma girer. İyi niyet ve samimiyetlerinden kimsenin şüphesi yoktur. Kimisi cehaletinden, kimisi hamakatinden, kimisi taassubundan böyle yapar. Elinde makas gördükleri herkese “aman tuba ağacımızı kökünden kesecek diye” hücum edenler bu kesimden çıkar. Bu kesimin iyiliği vardır: Ağacımıza musallat olabilecek dağ keçilerinden ve yabani eşeklerden ağacımızı korumak. Bunun yanında zararı da vardır. Ağacı budamak ve meyvelerini daha da cins hale getirmek isteyen bahçıvanlara da dağ keçisi muamelesi yapmak. Ağacın günümüzdeki hal-i pür melalinin müsebbibi biraz da bu tavrın sahipleridir. Ağaç budanıp gençleştirilerek şimdi ve buradamızda meyve vermeyince, millete ağacın dalında geçmiş mevsimden kalmış ve kuruyup kemikleşmiş kalıntıları işaret edip “Bunu yesenize” demeleri, yemeyeni suçlamaları da cabası. Sonuçta avamın fıkıhsızlaşmasında bu kesim büyük pay sahibidir.
3. Ağacın kökünü ve gövdesini koruyup, her yıl ince budama, her nesil gençleştirme budaması, her asır ise en gelişmiş yöntemlerle aşılamak için sa’y u gayret göstermek. Bu kesimin işi zordur. Risklidir de. Zira bazen bu kesime ehliyetsizler ve kifayetsiz muhterisler de katılır. Ben biliyorum deyip ağaca zarar da verebilir. Ama bu bir risktir ve ağacın sahibi Allah’tır. Nihayetinde o ektiği ağacı korumasını bilir. Bu risk alınmalıdır. Ağacı kocatmak ve meyvesiz bırakmak daha büyük bir risktir. Sonuçları itibarıyla daha vahim ve tehlikelidir. Zira hayata ilahi bir müdahale olan din, hayatın dışına itilmiş olmaktadır. Dinin düşmanlarının dine veremediği zararı, onun ahmak dostlarının vermesi anlamına gelir.
Geleneğe sadakat, o geleneği üreten köklere sadakatle mümkündür. Bir ırmak kaynağına sadakat göstermek istiyorsa denize ulaşmayı hedeflemelidir, geri dönmeyi değil. Zira bu hem imkansızdır, hem de enerji kaybıdır. Ataların ocağına sadakat, o ocaktaki küle sadakat değil, köze sadakattir. Kül, ataların ocağında diye kutsallaşmaz. İşte bizim karıştırdığımız budur.
Madem bu mesele Karadavi örneği üzerinden ele alınıp soruldu, şimdi bunu söyleyen hocamız Karadavi’yi geleneğe sırt dönmekle mi itham etmiş oluyor. Zahiren evet. Peki bu hakkaniyetli mi? Gerçekten durum bu mu? Karadavi, geleneğe sırt dönmekle itham edilebilir mi? Bu iftira olmaz mı? Adil ve mutedil olur mu? Ölmüş alimlerimizi savunacağız diye, kaç yaşayan alimimizi daha diri diri mezara gömmemiz gerekiyor, bilmiyorum.
Ben Karadavi ile bir kez görüştüm ve konuştum. Bu benim “tanışma” tanımıma göre yeterli değil. Onu eserlerinden tanıyorum. Bazı fetvalarını –gayet tabii olarak- isabetsiz buluyorum. Bazı siyasi fetvalarına şiddetle itiraz ediyorum. Kişisel olarak çok da sempatik bulmuyorum. Kısa tanışmamız ardından bende kalan duygusal izlenimim de pek olumlu olmadı. Fakaaaaat…
O bir İslam âlimi. Bu ümmetin yetiştirdiği bir değer. Şunun şurasında kaç tane Karadavi’miz var? Burada asıl sormamız gereken soru şu: İyi güzel de, ne diyor Karadavi?
Sahi, ne diyor Karadavi? Onu, içtihatlarına bakarak “fıkıh mirasını” red eden bir redd-i mirasçı gibi görebilir miyiz? Böyle görürsek, hem ona, hem savunduğumuz fıkıh mirasına, hem de kendimize yazık etmiş olmaz mıyız? Onun ümmetin çağdaş meselelerine getirdiği yorum ve izahlarla bir yerden konuşmadığını –zımnen de olsa- söylemek, büyük bir iddiadır. İsbat ister. Ve bu iddiayı yapan kendine güveniyor ki böyle iddialı konuşyuyor. O zamnan ona “Buyurun, siz bulunduğunuz yerden konuşun da çözün ümmetin çözüm bekleyen meselelerini” diyenler haklı sayılmazlar mı?
“Karadavi ne diyor?” sorusunun cevabı bir sonraki yazıya kaldı