Mevlânâ’daki “Aşk Felsefesi” Üzerine Bir Deneme
Sohbetimden talib-i esrâr olur” Mevlânâ
Aşk, yüce bir duygu. Tasavvufa göre, yaratılıştaki esrarın membaı. Gönül ise, aşkın yaşadığı yer; cismen küçük ama derinliği ve mücerret alanıyla havsalamızın alamayacağı kadar büyük bir mefhum.
Peki nedir aşk? Herkesin tarif etmeye çalıştığı ama üzerinde yazılanların ve yorumların bir türlü bitmediği bu kavramdaki çekimin kaynağı nedir? İnsandaki en mahrem duyguları bile açığa çıkartabilecek bu güce nerden ulaşmaktadır?
Mevlânâ için aşk, vazgeçilmez olandır ve o aşkı şöyle tarif eder: “Aşk nedir? derler. Sen de ki; ihtiyar ve irâdenin terkidir. Her kim ki ihtiyardan halâs olmamıştır, onun ihtiyârı yoktur. Aşk padişahların padişahıdır. İki âlem onun ayaklarının altındadır. Padişah ayaklarında olan şeye hiç iltifat etmez. Can, bir kalıp ve bir fanustur. Ona hayat veren Cânân'dır. Bedendeki ruh, fanustaki mum gibidir. Ey Cânân, sensiz hangi hayat var¬dır? Aşksız olma ki, ölü olmayasın, aşkta ol ki diri kalasın.”(Karaalioğlu:398) Mevlânâ’ya göre âşık olan kişi her şeyden vazgeçer; adeta aşk girdiği gönlü esir alır ve kişideki her türlü iştiyakı kendine bağlar: “Senin aşkın beni bütün yakınlarımdan ayırdı. Çünkü senin aşkın huzur ve selâmet evini, yıktı. Çünkü aşk, insanı harap eder. Çünkü aşk, hiç bir musibetten nasihat almaz. İnsanda ne mal, ne iyi şöhret, ne mevki, ne ev, bark, ne aile ve ev¬lât ihtirası bırakır.” (Karaalioğlu:398)
Tabiî ki Mevlânâ’nın bahsettiği aşk, beşeri olmayan ve tasavvufta “mecazi aşk” diye tarif edilen “İlahi aşk”tır. O, bunu birçok söylemiyle dile getirmiştir. Hakiki aşkın Allah’a karşı duyulan aşk olduğunu, bu hayatın aslında bir rüyadan ibaret olduğunu, bizim damlaya, onunsa bir denize benzediğini ve her daim denize ulaşmaya çalıştığımızı yazdıklarıyla ortaya koymuştur:
“Aslından uzak duran kişi, yine vuslat zamanını arar.” (Mesnevî:I,4)
“Süt, bal denizine akacak bir yol bulursa da artık hiçbir âfete uğramaz, ekşiyip kesilmez.” (Mesnevî:IV, 3426)
“Akıl ve zekâ, denizde yüzgeçliğe benzer…Bundan az kişi kurtulur ve yüzgeçlikte bulunan nihayet gün gelir, gark olur gider.
Yüzgeçliği bırak, kibirden, kinden vazgeç…Bu ırmak değil, dere değil; denizdir, deniz!” (Mesnevî:IV, 1403,1404)
Mevlânâ, insanı eşref-i mahlukat yapan olgunun, aşkı taşıyabilecek tek yer olan gönle sahip olmasında yattığını bilir ve “akıl ile nefsin” ona sahip olma savaşından haberdardır. O aşkı, “Yokluk deryası” olarak düşünür ve “Aklın ayağı orada kırılır.” der ve “Kaç bahtiyara aynada kendini görmek nasip olmuştur? Parlak su sathındaki hayal, aynadaki akis; aklı, aşkta eritmedikçe biz değiliz. Akılla görülen aydınlık ‘yalancı fecir’dir. Gerçek fecrin güzelliği gözle değil, gönülle seyredilir.” diye sözlerine devam eder. Onun birçok şiiri ve söylemi de bu gerçeği anlatmaktadır:
“Aşkın gönlümle cenkleşirken-tam o an-
Çırçıplak, yalınayak kaçıp gitti bu can.
Kim bende akıl var sanmaktaysa deli...
Benden sakınan: işte odur aklı olan.”
“Ey âşık! Âşıkların hayatı ölümdedir. Gönlü, gönül vermeden başka bir surette bulamazsın.” (Mesnevî:I,1751)
Sûret, o denize ulaşmak için neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz; sûreti, o vesile yüzünden daha uzağa atar.” (Mesnevî:I, 1114)
“Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından ibarettir. (Mesnevî:I, 1113)
Aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al…Akıl ve zeka, zandır, hayranlıksa bakış, görüş.” (Mesnevî:IV, 1406,1407)
Onun aşk üzerine söyledikleri öyle birden anlaşılacak sözler değildir. Bu söylemler derinliği ve genişliğini, ondaki hoşgörü ve müşahedenin gücünden alır. Mevlânâ, bütün kainatı, insanı ve gönlü başka bir gözle seyreyler. Ondaki basiret ve sözlerindeki isabet çok az mütefekkirde görülür.
“Bir insaf ederek söyle a dost, aşk iyi bir şey
Artarsa verir aşka evet, bunca zarar mey
Sen şehvete aşk ismini vermişsin ayıptır
Aşk dendi mi bir dur, bu asil duyguya baş eğ” (Gözler:13)
Mevlânâ hem şiirleri, hem de külliyatı ve benzeri olmayan eseri ‘Mesnevî’ ile herkesi kendine hayran bırakmış bir mutasavvıftır. ‘Mesnevî’sindeki hikâyeler eşi ve benzeri olmayan öykülerdir. O, feraseti ve ilmiyle her insanı kendine bağlamasını bilmiştir. Şeyh Galip, bir şiirinde ona karşı hayranlığını şöyle dile getirmektedir:
“Reh-i Mevlevide Gâlip bu sıfatla kaldı hayran
Kimi terk-i nâm u şâne kimi i’tibâre düştü”
(Galip, Mevlânâ’nın yolunda, bu sıfatla, bu hâlde hayran olup kaldı; ama kimisi, adını-sanını terk etmek kaydına düştü; kimisi itibar kaydına bağlandı.) (Seçmeler:78)
Mevlâna, sevgilisine öyle büyük bir aşkla bağlıdır ki, bu dünyada yaşarken ona kavuşamayacağının farkındadır. O, ölümü bir vuslat alarak görür. Ölüm onun için korkulacak bir şey değil, aksine mutluluktur:
“Dön aşkın çevresinde: gün işte bu gün.
Dön. Dön. Çılgın kalbini yermez dönüşün.
Yangınla sınav-ölüm kalım-özge savaş:
Vuslat bu, kucaklaşma, zifaf, mutlu düğün.”
Onun için dünya işleri önemsizdir. Aşka dair olmayan her şey saçmalıktan ibarettir: “Sen o akıldan ibaretsin, başka neyin varsa aklı örter. Kendini yitirme, saçma-sapan şeylerle uğraşma” (Mesnevî:IV, 2611). Akıl, sadece sevgilinin varlığını tasdik eden bir emaredir: “A ahmak, yalancı akıl, her şeyi ters görür, diriliği de ölüm sanır.” (Mesnevî:V, 1764).
Mevlânâ için ölüm, şeb-i arus’tan başka bir şey değildir. O eşref-i mahlukat olduğu kadar , bir fani olduğunun da farkındadır ve arkasından kimsenin üzülmesini istemez. Geride kalanlara ölümünden sonra ne yapmaları gerektiğini vasiyet etmiş ve asıl gerçeğin ölümden sonraki hayat olduğunu şu sözlerle anlatmıştır: “Ölüm günü tabutum mezara giderken zannetme ki bu dünyadan ayrıldığıma müteessirim. Benim cenazemi gördüğün zaman ‘Ayrıldık! Ayrıldık!’ diye ağlama, ben asıl o zaman sevgilime kavuşurum. Beni mezara koyduğun zaman, ‘Elveda!’ diye inleme. Zira mezar bir perdedir ki arkasında cennetlerin huzuru vardır... Battığını gördüğün bir şeyin doğmasını bekle. Gurub, güneş ve aya bir ziyan verir mi? Hangi dane toprağa gö¬müldü de tekrar çıkmadı? Niçin insan denen dane hakkında şüphe ediyor¬sun? Hangi kova kuyuya daldı da dolu çıkmadı?” (Karaalioğlu:399)
Onun Mesnevisini okudukça, Faruk Nafiz’in Çoban Çeşmesi adlı şiirindeki “Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar / Tarihe karıştı eski sevdalar” mısralarını hatırlıyorum. Aşkı onun gözüyle görebilmenin bütün sevenlere nasip olması dileğiyle sözlerime son verirken, Mesnevi’den seçtiğim, aşkı anlatan bölümlerin derinliği ve güzelliği karşısında Mevlâna'ya hayranlığımın bir kat daha artığını belirtmeliyim.
“Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuklar, âşık bir ölüdür.” (Mesnevî:I,30)
“Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.”(Mesnevî:I,109)
“Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.” (Mesnevî:I,218)
“Aklı olanlara bir işaret yeter. Aşıkların, sevgiliye karşı duydukları susuzluk, ne vakit gider, biter ki… (Mesnevî:V, 1248)
“Gönülden gönle pencere olduğu muhakkak. İki gönül, iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.” (Mesnevî:III,4391)
“Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın, dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!” (Mesnevî:III, 4393)
KAYNAKÇA
Karaalioğlu, Seyit Kemal. Resimli Motifli Türk Edebiyatı Tarihi 1, İnkılap ve Aka Basımevi, İstanbul-1980.
Mesnevî. (Çeviren. Velet İzbudak, Gözden Geçiren: Abdulbaki Gölpınarlı), Milli Eğitim Bakanlığı Yay.:775, İstanbul-1981. Cilt:I, II, III, IV,V,VI
Şeyh Galip Divanı’nından Seçmeler, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları:499, Ankara-2001.
Mevlana Hz nin hayranlarından birisi de benim.
Ağustos 3rd, 2010 at 16:01Mesnevi harikadır insan okudukça okuyor.
Ama şunu da hep merak etmişimdir
Ülkemizde orta ve lise eğitiminde Mesnevi neden ders olarak okutulmamıştır ve bu neden hiç düşünülmez ?