Mermer Edebiyatı
Hapishanelerdeki açlık grevleri konusunda, Ak it o manşeti atınca güldüm...
Çünkü daha önceden de böyle onlarca yalana, iftiraya ev sahipliği yaptı o gazetenin sayfaları... Sadece Ergenekon operasyonları, Balyoz iddianameleri, gazeteci tutuklamaları zamanında yazdıkları bile yeter. Hele o “İp ne biliyordu!” başlığı... Ah, ah!
Ak it’in çamurunun her zamanki gibi izi kalır, muhatapları cevap verir, bayraklı çocuk kovalayan polis ya da helikopter camından aşağısını seyreden bakan fotoğraflarını bir saniye bile üzerinde düşünmeden paylaşan Zohnerizm illeti mağdurlarının da günlük iaşeleri çıkar, duvarları boş kalmaz diye düşünürken...
Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, hem de tüm dünya medyasının gözü önünde, hiç akla hayale gelmeyecek bir şey yaptı...
Yok, aslında iki şey... Önce “Ölüm orucunda bir kişi var.” dedi. Daha onun şaşkınlığını atlatılmamışken, cebinden fotoğraf çıkarıp “Bakın bunlar kuzu kebabı yiyor.” diye ikinci bombayı patlattı.
Aslında Başbakan Erdoğan, Ak it gibi tarihi de gizlemedi, “Temmuzda” dedi... Ahmet Hakan, parmak ısırttıracak bir zekayla, acı acı dalga geçmiş; “Acaba, ‘o zaman kebap yiyen, şimdi de yer.’ mi demek istedi?” diye...
Benim görüşüm; bu durum, Erdoğan’ın basiretinin bağlandığı anlardan biriydi. Kendi adına bir talihsizlik, bir şanssızlıktı... Dili sürçtü ya da bir yandan CHP ile 29 Ekim kavgası yap, öbür yandan Cumhurbaşkanı’na en açık haliyle “yetkini aşma!” diye meydan oku, diğer yandan Suriye meselesinin baskısını çek derken, bir anda zaman-mekan kavramı birbirine girdi, toparlayamadı, algılayamadı... Her neyse...
Ama asıl önemli olan bir başka husus var.
Velev ki, gerçekten de BDP’li vekiller, hapishanelerde açlık grevleri sürerken oturup kuzu kebap yediler. Avukat ağzıyla; 'bir an için' böyle olduğunu varsayalım...
Bir Başbakan’ın göstermesi gereken tepki, eylemcilere dönüp “Bakın siz açsınız ama öbürleri kebap yiyor.” demek midir?
Bir ülkenin başbakanı, yüzlerce yurttaşı yavaş yavaş intihar ederken, bütün dünyanın gözleri önünde kendilerini öldürürken, çözüm yolunu eylemcilere dönüp “Bırakın orucu, siz de kebap yiyin.” ya da vekillere dönüp “Bırakın kebabı, siz de ölüme yatın.” demekte mi bulmaktadır?
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bu kadar aciz, bu kadar mesnetsiz, bu kadar mantıksız, bu kadar sığ olabilir mi?
Başbakan Erdoğan iyi bir hatip... Belagatı yerinde... Ancak bazen, dili ve beyni arasındaki koordinasyon, öfkesinden dolayı kopuyor. İşte o zaman, en büyük hatalarına imza atıyor.
BAŞBAKAN’IN ÖFKESİ
Lafı tam da böyle bağlamışken, bir gözlemimi aktarmak istiyorum. Bunun bir çok kişi farkında, dikkat kesilin, siz de göreceksiniz. Tayyip Erdoğan, son günlerde, her zaman olduğundan çok daha fazla öfkeli. Çok daha fazla hırslı... Çok daha fazla hırçın... Normalin, kabul edilebilirliğin de üstünde... Bunun sebebini şimdilik bilemiyoruz. Ama sonuçları, yukarıdaki gibi.
FİİLİ BÖLÜNME
Yıllar önce bir sözleşmeli askerle, daha yaygın kullanımıyla uzman çavuşla sohbet etmiştim. Yıllarca güneydoğu bölgesinde görev yaptıktan sonra, bir çoğumuzun her yıl tatil yapmak için çuvalla para saydığı bir ege ilçesine tayini çıkmıştı. Gel gelelim, normal şartlar altında düğün bayram yapması gerekirken, yüzünden düşen bin parçaydı ve dilekçeyle, tekrar eski görev yerine tayinini istiyordu.
Merak edip sebebini sordum; o gün bana anlattıklarından sonra, Kürt sorunu, terör sorunu, ismine ne derseniz deyin... Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Fikirlerim o günden beri, üç aşağı-beş yukarı aynıdır.
O komutan beş yıldızlı tatil beldesini, güneşi, 40 derece havayı, devriye attığı plajı beğenmeyip, güneydoğuyu, diz boyu karı, dağları, pusuları, baskınları, operasyonları istiyordu... İstiyordu çünkü; doğuda hiç bir şey yapmayıp, bütün gün bir sandalyede otursa bile, alacağı maaş batıdakinden fazlaydı. Doğuda yıpranma tazminatı vardı, ek yardımı vardı, operasyon ödeneği vardı, ikramiyesi vardı... Yani, her şartta batıda alacağından kat kat fazla para eline geçecekti. Üstelik; aynen kendi ifadesiyle, ölürse ailesi, çocukları garantideydi, kalırsa kahramandı... “Burada beni kimse sallamıyor, orada yanımda iki erle köye gittiğim zaman paşa muamelesi görüyorum.” demesi de işin ayrı yönü...
Bunları size neden anlatıyorum? Geçtiğimiz gün memurhaber.com’da bir haber okudum. “Öğretmenlere müjde!” diyor ve doğuda, güneydoğuda görev yapacak öğretmenlere yapılacak fazladan bir ödemenin daha haberini veriyordu...
Şimdi, soruyorum... Bir ülkenin, iki ucu arasında, aynı okulu okumuş, aynı donanıma sahip, aynı yaşta-kıdemde, aynı sayıda öğrenciye, aynı dersi veren iki öğretmenin aldığı ücretler arasında fark varsa, o ülkede ‘bütünlükten’ bahsedebilir miyiz? Ülkenin iki yakasında, aynı tertip iki polis memurunun ya da iki askerin maaşları arasında uçurum varsa o ülkede ‘birlik’ var mıdır? Daha açık sorayım; ülkenin bir tarafına gitmek zoraki koşuluyorsa, oraya gitmenin ismi ‘sürgün’ ise o ülke hali hazırda bölünmüş değil midir?
Diyeceksiniz ki, bir tarafta risk fazla, şartlar zor... Asker-polis için sorayım; söz gelimi Edirne’de terör saldırısına uğrama riski yok mu? Bir öğretmen için, İstanbul Esenyurt’ta görev yapmakla, Kars’ta görev yapmak arasındaki temel fark nedir? E tamam da, polis olmayı ya da askerliği seçen, öğretmen olmak isteyen bu ülkenin gerçeklerini bilerek bu tercihleri yapmıyor mu?
Kimse kusura bakmasın! Eğer ülkenin her karış toprağını, her anlamda eşitlemezken, birlikten, bütünlükten bahsetmeye, ‘mermer edebiyatı’ yapmaya da hakkın yoktur...
Kaan Göktaş
twitter.com/kaangkts | facebook.com/kaangkts
Kaynak : http://www.internethaber.com/mermer-edebiyati-13450y.htm#ixzz2BIx1K8Kg