Mavi Yazma
Ağaçlarımız vardı bizim.
Sırtımızı dayadığımız, çiçeklerini temaşa ettiğimiz, meyvelerinden faydalandığımız.
Yaprakları şeklen birbirine benzemese de renk itibariyle birbirine benzeyen irili ufaklı ağaçlarımız…
Bazen yaslandığımız, bazen hayvanlarımızı bağladığımız, bazen de kestiğimiz ağaçlarımız...
Her balta vuruşta, acısını bizden saklayan; belki de bizim bir işimize yarayacak olduğundan, mutluluk duyan ağaçlarımız vardı. Her bahçede değişik türde olan…
Kimi meyve verirdi, kimisi de meyvesiz.
Mahalleler bahçelerin ortalarına kurulmuş evlerden teşekkül ederdi. Evlerimizin de bahçeleri vardı.
Evlerimizin bahçeleri, köyün meydanına giden yola açılırdı. Bizimdi... O haneye aitti... Orada çocuklarımız oynar, büyüklerimiz yorgunluk atardı. Akşamları sohbet etmek için oturakları vardı bahçelerimizin. Dostlarımızla itina ile demlenmiş çayları içerken yarenlik ettiğimiz yerler vardı. Bize ait çok şey vardı evimizin bahçesinde… Bir de biz vardık... Neşe vardı, şevk vardı kısaca hayat vardı...
Akşamları, “pompalı lüks” adı verilen aydınlatma aracı vardı. Sonraları günümüzde de kullandığımız elektrik lambaları geldi. Serin bir güz akşamı iki bardak demlenmiş çayı can dostlarımızla içerken lambalar etrafı ıştırdı. . Iştırdı ışıtmasına da, dostların gönlünden yayılan ziyanın yerini tutmazdı. Bunu bilen bilirdi ama bilmeyen lambanın aydınlattığını sanırdı.
Geceleri odalarımıza çekilince sadık köpeğimiz kalırdı evlerimizin bahçelerinde.
Artık yalnız kalma sırası ondaydı.
Bizim bahçelerimizin de bir ruhu vardı...
Önceleri evlerimiz ahşaptandı. Şimdi beton yığınlarından... Yazları serin kışları daha ılık olurdu. Duvarları nefes alırdı evlerimizin. Biz de nefes alırdık onlarla. O zamanlarda kuşlar da bulunurdu bahçelerde. Sabah ezanıyla Hu, Hu diye sesler çıkararak zikrederlerdi Rablerini. Bizler anlardık bu sesin manasını. O zamanlar kafes yoktu evlerde. Biz ağaçların dallarında severdik kuşları. Kuşlar da bizleri severdi. Çünkü bizim bahçelerimize konarlardı.
Hayvanlarımızın yiyeceği olan otları yığın yığın ederdik tarlalarda. Komşularımız da yardım ederdi bize. Biz de komşularımıza. Akşamları günün yorgunluğu, tatlı bir yorgunluğa dönüşürdü. Misafir beklenir gelince de hasbıhal edilirdi.
Postacı banka borçlarını bildiren evrakları değil de, mektup taşırdı. Cep telefonu yoktu. Komşu mahallenin delikanlısı avludaki ağacın kovuğuna bırakırdı mektupları. O mektupları postacı taşımazdı. Pulu yoktu zarflarının. Ama içi doluydu... Bir yazan bilirdi, bir de okuyan. Cep denilen aletten mesaj çekilmezdi o zaman. Lisan kekeme değildi yani.
Postacı pullu zarflar taşırdı. İçinde “üç noktayla” biten mektuplar da olurdu...
“Üç noktayla” biten mektuplar...
Denizin dalgaları süpürür gibi vururdu sahile. Gökyüzü bir başka maviydi... Biz maviyi çok severdik. Denizi severdik, gökyüzünü severdik... Mavi yazmayı da severdik... Bazı kızlar mavi yazma bağlardı başlarına...
Sonra betonlaştı evler. Kuşların sesi işitilmez oldu dallarda. Evimizin önündeki çimenleri söküp, betondan yaptık. Daha sağlam(!) olsun diye... Kuşlar konmaz oldu dallara... Kargalar çoğaldı bu sefer...
Gökyüzü yitirdi maviliğini, dalgalar daha sert vurdu sahillere sesimi duysunlar diye... Hayvan yiyeceklerini hazır olarak satın almamız yüzünden, tarladaki otları, yığın yığın edip bir tarafa yığamadık. Patozlar sayesinde fındıkları imece usulü ayıklayamadık. Komşuluklar azaldı. Hayatın rengi soldu. Renksizleşti. Sonradan televizyonlar renkli oldu sadece.
Bir de...
Mavi yazma bağlayanlar azaldı.
Postacı hesap belgesi taşıdı pullu zarflar içinde...
Ağaç kovuklarına konulan pulsuz mektupların yerini “cepten” mesajlar aldı, kekeme bir lisan ile. Minareden cihaz sesi duyuldu, müezzinin tabi sesi yerine. Müezzinler bir daha minareye çıkmadı. Cihazın sesi taa uzaklara kadar ulaştı. Herkes duydu bu sesi. Ama cemaat azaldı nedense.
Bizim zamanımızda müezzinin tabi sesini duyan az, cemaat fazlaydı...
Bayramlar tatil manasına geldi, manasını yitirdi.
Bahçelerde içilen çaylar kapalı mekânlarda ki koltuklar üzerinde içilmeye başlandı. Tadı da kalmadı.
Tebessümler sahte, gülüşler yapmacık hâle geldi.
Bahçelerimizi bekleyen köpeklerimiz yoktu artık. Bahçelerimiz de yoktu çünkü...
“Nerede o günler ?” Sorusuna ve serzenişine bir türlü cevap bulamadık o günden beri.
Artık ne gamla demlenen çay vardı ne de akşam komşulukları. Çiçekler bile rayihasını kaybetti.
Biz yaşadığımız yeri mi betonlaştırdık gönüllerimizi mi? Taş kesilen binalar mı kalpler mi? Biz neleri kaybettik neler yok oldu?
Kadir kıymet bilen dostlarımız azaldı.
Mavi yazma bağlayanlar da azaldı.
Biz hayallerimizi de kaybettik.
Biz bir hayatı, hayatın içinde yitirdik.