Materyalizm Tufanında Boğulmak
Son günlerde Siirt’te, Edirne’de, Manisa’da, Kayseri’de, Şanlıurfa’da, … diye devam eden sarkıntılık, tecavüz gibi gayri insanî ilişkilere yönelik haberler ardı adına geldi.Kimisi sokakta, kimisi öğrenci veya yetiştirme yurtlarında, kimisi okullarda, kimisi de aile içinde yaşanmıştılar.
Bu olaylar üzerine, Milli Eğitim Bakanlığı yatılı okulların yurtlarını kapatma kararı aldı. Öğrenciler evlerinde kalacak ve taşımalı olarak okullarına gidip gelecekler.
Niye? Bu olaylara yurtların adı da karışmıştı. Kapatmanın tek gerekçesi bu ise o halde okulları da kapatalım. Çünkü okulların ve öğretmenlerin adı da karıştı.
Bu son karardaki acelecilik, Milli Eğitim Bakanlığı açısından bir talihsizlik. Bir kararın, bazı olumsuzluklara indirgenerek verilmesi, eğitim sistemimizde karar mekanizmalarının uzun soluklu planlarının olmadığını, kararların günü birlik alındığının açık bir göstergesi.
Bu plansızlığa en güzel örneklerden biri de, Hüseyin Çelik döneminde büyük iddialarla açılan ve seçme öğrenciler alınan Sosyal Bilimler Liseleri’nde yaşanıyor. Osmanlıca, Farsça, İngilizce, Almanca gibi birçok dil aynı anda öğretilerek alışılmışın çok ötesinde bir eğitim veriliyordu. Bakan değişti, okullar gözden düşüp sıradan liselere dönüştürüldü.
Okul kantinlerinde satılan çok sayıda zararlı ve sağlıksız üründen, öğrencilerin kurtarılmasına yönelik çalışmalarımızı sunmak üzere hem Hüseyin Çelik’ten hem de Nimet Çubukçu’dan yıllardır randevu talebimize cevap vermelerini bekliyoruz. Ama nafile… Öğrenciler olmasa onlarda çok iyi idare edecekler okulları. Demek ki tüm sorun, öğrencilerin varlığında.
* * *
Malum olayların bir kısmı ensest ilişki, kimisi ise bebek yaşta çocuklara tecavüz. Failleri; öğretmen, polis, asker, iş adamı, okul müdürü, öğrenci, sokak serserisi diye uzayıp gidiyor. Din ve ahlakın öcü olduğu bir ülkede, benzer hadiselerin olması gayet doğal bir sonuç değil mi?
Bir kısmı durumdan mutlu olsa bile ezici çoğunluk, bu şeytanî olaydan muzdarip ve acı çekiyor olabilir. Fakat normal olmayan bir durum var sanki. Her gün olup biten ama basına yansımaması için gayret gösterilen benzer olaylar, arka arkaya servis ediliyor. Acaba neden? Ne tür bir çıkar öngörüyorlar? İktidara veya başka yerlere mesaj mı veriliyor?
Amaç bu olsa bile yüzümüze vurulan bu aşağılık eylemlerin, basında yer almasının yadırganması doğru olmasa gerek. Asıl yadırganması gereken, Siirt’te bir yıl önce meydana gelmiş olan olaydan haberdâr oldukları halde, ne yargının, ne bürokrasinin ne de diğer çevrelerin gereğini yapmamış olması değil mi? Neden acaba? Peki neden benzer tüm olaylar için hemencecik yayın yasağı koyuyorlar?
Bu haberleri manşetlerine taşıyan gazete ve televizyonların hallerini ‘ele verir talkını kendi yutar salkımı’ sözü özetliyor olmalı. Bir yandan sarkıntılık ve tecavüz olaylarını manşetlerinden eleştirirken diğer yandan gazetelerinin her sayfasındaki üstsüz ve porno resim, haber ve çağrılarıyla gerçek yüzlerini göstermeye devam ediyorlar.
İlkokul çağındaki çocuklara bile aşk hayatı yaşattıkları dizileriyle, ahlaksızlığı teşvik edenlerin sapkınlıkları, ayan beyan ortada iken attıkları manşetler ile yaraya tuz basmaya devam ediyorlar. Boynuzun kulağı geçtiğini ispatta yarışan Türkiye medyası, bu denli seviyesiz ve ilkesiz yayıncılığı; akıl hocaları olan küresel merkezleri bile hayran bırakacak düzeyi çoktan aşmış durumda.
Siyasetin, RTÜK’ün ve dahası okur/izleyicinin, sessiz kalarak dolaylı destek verdiği yetmezmiş gibi satın alarak/izleyerek verdiği destek, bütün bu iffetsizliğe ortaklık anlamı da taşıtmaz mı?
“Bu cinsel şiddet meselesi nasıl çözülür?” diye kafa yoran Ayşe Arman, başta kendi gazetesi ve grubunun yayın organlarına telkinde bulunsa, yorulmasına hiç de gerek kalmayacak. Ama yine de dertlenmiş işte. Arman, “Adamları Taksim meydanında sallandıralımın dışında daha yapıcı” öneriler bekliyormuş. Hâlbuki sorun tam da burada. Bu fikrin Ayşe Armanı mutlu etmeyebilir ama olsun biz yine de önerimizi yapalım. Taksim meydanı artık ‘bayram’ yerine döndüğüne göre, münasip bir yer bulup –mesela Kızılay Meydanı olabilir– kızına, torununa ya da iki yaşında bir bebeğe tecavüz edecek kadar aşağılaş(tırıl)mış bu insanları üreten düzenin mimarlarını sallandırmak, oldukça isabetli bir çözüme götürecektir.
* * *
Nuh s.a.’ın gemisine binmeyi reddetmek, akıllı adamın yapacağı iş değil. Fakat hâlâ binmemeye ısrar edenler var. Hem de azımsanmayacak kadar çoklar. Son günlerde, ‘Hz Nuh’un Gemisi’nin bulunduğu iddiaları konuşuluyor. Hz Nuh 950 yıl yaşamış bir peygamber. Diğer dinlerin olaylara bakışı bir yana, Kur’an-ı Kerim Nuh, Hud ve Kamer Surelerinde ‘Nuh Tufanı’nı teferruatlıca anlatıyor.
Kur’an-ı Kerim, sulara çekilme emri verilince, geminin ‘Cudi’ üzerince yerleşip kaldığını bildiriyor. Fakat Cudi’nin dağ olduğuna dair Kur’an’da hiçbir ibare yok. Ayrıca Cudi’nin neresi olduğu belirtilmiyor. Zikredilen o yer, bugünkü Cizre sınırları içindeki ‘Cudi Dağı mı’ yoksa Yahudi ve Hıristiyanlarında iddia ettiği gibi ‘Ağrı dağı mıdır’ bunu bilmek imkânsız. Kaldı ki ‘cudi’ kelimesinin anlamı ‘yüksek bir yer’ olduğundan, bu Cudi dağı ile ilişkilendirilmeye çalışıla gelmiş. Özetle şu söylenebilir: Geminin Cudi dağında olduğu bilgisi Kur’an-ı Kerim’de geçen bir bilgi değil. Bu yüksek yer, Cudi dağı veya Ağrı dağı olabileceği gibi elbette başka dağlar da olabilir.
Bir başka ayrıntı ise Şırnak, ‘Şehr-i Nuh’ anlamında kullanılan oldukça eski bir isim. Cudi Dağı'nın eteğinde Heştan Köyü bulunuyor ve bu köyün Hz Nuh a.s. tarafından kurulduğuna inanılıyor.
Bulunduğu iddia edilen ve yapılan karbon testlerinde 4 bin yıllık olduğu belirtilen parçalar, bu veriler ışında Hz Nuh’un gemisi olma ihtimalini doğrulamayabilir. Çünkü en basit verilere göre Hz Nuh s.a., bugünden en az 7 bin yıl geriye gider. Hz Nuh’un 950 yaşını da eklerseniz, tufan olayının da yaşamının ortalarında olduğunu farz etsek, bu süre çok daha fazla uzayabilir.
Kaldı ki Kur’anı Kerim’de Hz. Nuh’un Gemisi’nin ağaçtan olduğuna dair bir bilgi de yok. ‘Elvahin’ kelimesinin anlamı ‘levha’ olduğu halde, bazı mealciler ‘tahta’ olarak tercüme etmişler. Yine ayetteki ‘perçin, halat, kenet’ anlamındaki ‘düsür’ kelimesi de doğal olarak ‘çivi’ şeklinde tercüme edilmiş. Kamer Suresi 13’e göre Hz Nuh’un Gemisi ahşap veya ağaçtan bir gemi olmayabilir de.
Kimileri o günün şartlarını kendince ‘ilkel’ kabul ederek geminin olsa olsa ağaç/ahşaptan diye kendini zorlayabilir. Bizim de derdimiz bu değil. Şayet ortada bir iddia varsa, o iddiadaki ağaçlar da Hz Nuh’un Gemisi’ne atfediliyorsa, bu kelimelerin manaları ayrı bir önem kazanıyor. Zaten ‘perçin/düsür’ bugünde ahşap için değil, metal malzemelerin birbirine bağlanması için kullanılır. Elbette ki, ‘elvahin’e tahta manası verirseniz ‘düsür’e de ‘çivi’ demek zorunda kalırsınız.
* * *
Herkes her şeyi bilmez lakin bizim köşe yazarları her şeyi bilirler. Hatta bilmediklerini bile bilirler. Ancak –özellikle eski köşe taşlarının– bilmedikleri tek şey İslam. Çünkü O, hemen hiçbir zaman ilgi alanlarına girememiş. Girdiği zamanlarsa konjonktürel ve üstün körü geçiştirilir.
Nuh’un Gemisi’ni bulduğunu iddia edenlerle ilgili pek çok ‘köşe kalemi’ mürekkep akıttı. Bunlardan biri de Sabah’ın başköşesi Mehmet Barlas’tı. Barlas, Hz Nuh’un Gemisi hadisesiyle şöyle alay etti: “Bir geminin kalıntısı nerede aranır? Ya denizin dibinde, ya da bir kıyıda değil mi? Üstelik Karadeniz'in dibinde batık kentlerin bulunduğu da saptandı. Yani Nuh'un Gemisi'nin üzerinde yüzdüğü varsayılan "Büyük Tufan"ın sularının, Karadeniz kıyısındaki uygarlıkları vurmuş olması kuvvetle mümkün. Ama buraya Nuh'un Gemisi'ni aramak için gelenler önce Ağrı Dağı'na tırmanmaya başlıyorlar…”
Alayına devam eden Barlas; “Geminin bulunduğu iddia edilen yer 4 bin metre yükseklikteymiş. Yani deniz seviyesinden 4 kilometre yukarıda. İşte Anadolu'nun kafaları karıştıran büyüsünün bir yansımasıdır bu. Gemi'yi bulduklarını ileri sürenler, aslında "Nuh'un Uçağı"nı bulduklarının farkında değiller” diyor. Biri Barlas’a birkaç meal veya tefsir göndersin sevabına diyeceğim. Lakin zengin kütüphanesinde onlarcası vardır. En azından daha geçen yıl çok güzel bir baskı ile okurlarına kuponsuz olarak, gazetesi Sabah’ın hediye ettiği Diyanet’in meali mutlaka vardır. Lakin Barlas’ın yazısında görüşleri, o ayetlerle ilgili düşünceleri tevile yer bırakmıyor.
* * *
Her şeyi bilen başka bir başköşe yazarı ise Mehmet Altan’dı. Star yazarı Altan’ın Siirt hadisesi üzerinden yazdığı makaleye verdiği –edep ve af dileyerek alıntılıyorum– “Tanrım sıkılmadın mı?” başlığı, olaylara nasıl seküler ve materyalist bir bakışla yaklaştığının en açık nişanesi.
‘Nuh Tufanı’ ile son günlerdeki sapkın hadiseleri ilişkilendirerek yazısını sürdüren Altan; “Siirt’ten sonra... Manisa’da çocuklara zorla fuhuş yaptırdığı gerekçesiyle 31 kişi gözaltına alınınca... İzmir’de art arda işlenen üç cinayetle ilgili olarak aranan katil zanlısının robot resmi basına dağıtılınca... Tanrım, dedim, acaba yeniden “onları yarattığına pişman” olur musun?” diyerek izhar ediyor düşüncesini. Üstelik para uğruna her şeyi özgür bırakan liberal düşüncenin eseri olan faturayı, Altan’ın ‘Tanrı’ dediği ‘Yüce Yaratıcı Allah’a kesiyor aklınca.
İyi ve güzele hasret bırakılan bizlerin, konjonktürel olarak birkaç güzel söz ve cümle sarf edenlerin tüm ayıplarını ve nakıslıklarını yok sayarak bağrımıza basma konusunda üstüne kimse yok. İsim isim saymaya gerek yok. 28 Şubat döneminde işten atılıp da, o dönemin dindar bugünlerin ise magazinsel gazetelerinde kalem oynatanlar, fıtratlarının değil eğitimlerinin gereğini yapıyorlar.
Bizim için önemli olan, kişilerin günü birlik ve şartlara göre değişen düşünce ve eylemleri değil, bir bütün olarak değerlendirilmeleri. Liberalizmin hâkim olduğu günümüz dünyasında her şeye materyalist bir gözle bakma öğretisi vahyin öngörülerinden uzaklaştırır. İşte bu durum, insanlığı materyalizm tufanında boğar.