content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

29 Mar

Maddi ve Manevi İslam

Etrafımdaki herkes gibi ben de ‘Müslüman’ olduğumu düşünüyordum.

İslam’ın, yerine getirmiş olduğum zahiri ritüellerden ibaret olduğunu ve dinin de herhalde bu olduğunu, forma sığdırılmaya çalışılan bu dinin; “Daha başkane olabilir ki?” diyerek yeterli olduğunu, fazlasının kişinin aklına zarar verebileceğini, mevcut olanla yetinilmesinin lazım olanından bile fazla olduğunu düşünüyordum.

Bununla beraber maneviyatımın hiçbir zaman tatmin olmadığını, “Allah aşkı ya da Allah korkusunun” neye benzeyebileceğine dair bir fikir yürütemediğimi ve bu aşk ve korkunun dışa yansıması, fiiliyata yansıması hatta yaşamın her anına yansıması gerektiğini de biliyordum.

Vaktiyle bir derviş, gülü koklamayanın gül kokusunu bilemeyeceğini hem koklamışsa bile tarif edemeyeceğini, kişinin Allah’a olan sevgisinin de buna benzeyebileceğini anlatmıştı. Pek anlamamıştım ama yaptığım ibadetleri zaman zaman korkudan yaptığımı düşünmüştüm. Oysa din sevgi merkezli olmalıydı çünkü Rahman’dan gelen bir şeydi. Hem sadece şekilsel olarak icra edilen ritüellerin ifadesi olarak algılanan ‘din’imin beni günahlardan alıkoymadığını, kendime istediklerimi ötekiye istemediğimi de fark ettiğim zaman; ‘yüreğimin kuşun yüreği gibi çarpmadığını da’ itiraf ediyordum.

Ve çok önceden zihnimde tasavvur ettiğim ‘Maddi ve Manevi İslam’ başlıklı düşüncelerimin yazıya dökülme zamanının geldiğini anladım.

Öncelikle başlığı açalım istiyorum.

Maddi İslam derken; “Lafızcı, şekilci, görünen, zahir; geçici olan dünya hayatını ve dünyadaki cezai müeyyidelerden ‘kurtarmaya’ yarayan”, Manevi İslam derken de; “Dünya hayatıyla beraber ebedi hayatın cezai müeyyidelerinden de kurtarmaya vesile olan ‘Kamil İnsan’ karakter ve kişiliğini oluşturan İslam’ı kastediyorum.

İslam tarihinde ve İslam toplumunda daha çok tartışıla gelen Maddi İslam olmuştur. Fıkıh geleneğimize bakıldığında cezai müeyyidelerin sadece maddi İslam yönüyle alakalı olduğu görülecektir. Oysa Maddi İslam’ı ve fıkıhsal farklılıkları doğuran ve biçimlendiren Manevi İslam’ın tetiklediği dinamiklerdir.

Maddi İslam; fenomonolojik yani imaj, Manevi İslam ise; içerik, muhteviyat ve öze tekabül eder.

Her inanç, ideoloji ve doktrin hayata döküldüğünde bir form, bir biçim kazanır. Bazen asıl olan öz ve mesaj imaja kurban edilir. Günümüzde her alana sızan bu hastalık, maalesef bu naif alana da sızmış bulunmaktadır. Hakikat ve maksat, mecaz ve araca dönüşünce hakikat, maksat ve vermek istenilen mesaj kirletildiği gibi sadece Maddi İslam ile yaşayıp Manevi İslam’dan nasiplenmemek aynı şekilde din-i mübin olan İslam’ı anlamamak dolayısıyla; İslam’ı ve dinin sahibini de aslıyla ve layıkıyla tanımamaktır.

Dini sadece birkaç şekil ve pratiğe indirgediğimizde önünü alamayacağımız bir ‘riyakârlık, gösterişçilik, din bezirgânlığı, din tüccarlığı, din kisvesi altında türlü türlü rezalet ve kepazelikleri saklama, hatalara dini kılıflar bulma’ türünden enva-i çeşit manipülasyonlara neden olacaktır.

İslam, Maddi ve Manevi olmak üzere iki kısımdır. Başka bir ifade ile somut ve soyut olan İslam.

Maddi İslam: Kelime-i Tevhid, Namaz, Oruç, Zekât ve Hac.

Şimdi bunlardan Kelime-i Tevhid ve Namazı diğerlerine emsal teşkil edecek şekilde inceleyelim:

Ebu Hüreyre (r.a)’den Rasulullah (s.a.s)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “İnsanlarla, la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Kim la ilahe illallah derse, malını ve canını, İslam’ın hakkı dışında korumuş olur. Sonra hesabı Allah’a aittir.”[1]

Kelimeyi tevhidi bu manaya hasrederek yüzeyselleştirmek; “Söyle kurtul” demek ve “Sonra hesabı Allah’a aittir” ikazını duymazdan veya anlamazdan gelmek anlamına gelmiyor mu?

Bu da insanı zamanla iç âlemden yani; “O ıslah olmuş ise bütün beden de ıslah olmuş” düstur ve anlayışından mücerret dışsal, şekilci bir İslamî yaşayış tarzına sürükler.

Oysaki “Eşhedu” demek; ben şahidim demektir. Yani “Eşhedu el-La ilahe illallah” demek; ben, Allah’tan başka ibadet edilecek bir ilahın olmadığına ve bir (O) olduğuna görürcesine şahitlik ederim, demektir ki bu, ihsan makamının ta kendisidir.

Namazı, çirkin ve kötü şeylerden alıkoyacak şekilde[2], Miraç anlayışıyla kılmadan, salt kıraate ve hareketlere indirgediğimizde ruhsuz, manasız bir Maddi İslam’ı gerçekleştirmiş ve sadece dünyadaki cezai müeyyidelerden kurtulmuş oluruz.

Ve bu anlayış, insanların İslam’ın sadece ‘maddi’ kısmıyla ilgilenmesini önceleyerek şekilselliği ön plana çıkarmayı önemli ve gerekli kıl(acaktır)mıştır.

Zekâtı bir ulufe ve minnet olarak değil de hak sahibine hakkını teslim etme bilinci ve sorumluluğuyla verildiğinde ancak; ‘Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin[3]’ makamına ulaşılabilir.

Kur’an, Müslümanlığı ‘İhsan’ makamında değil de ‘Müslüman görünerek’ yaşayan kişinin; “kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı[4]” ve “dostun dosta düşman kesileceğini[5]” haber vermektedir.

Yapılan bu maddi işlerin bir ruhu (sağlam bir niyet ve ihlâsı) yoksa maddi kısmı zaten değersizdir...

Maddi İslam zamanla sadece bir kalkan olarak kullanılmaya başlandı.

Çünkü namaz kılan, zekât veren, hacca giden ve oruç tutan kişiler bir nevi canlarını ve mallarını da korumuş olurlar.

Ancak Hz. Peygamber’in gösteriş için maddi olarak şehit olmuş, ilim öğretmiş ve malını harcamış olan kişilerin akıbetinin cehennem olduğunu ifade etmiş olması[6] maddi İslamcıların sadece dünyada rahat edeceklerini göstermektedir. Maddi bir dindarlık manevi bir dindarlıkla bütünleştirilmediği müddetçe nifaktan kurtaramayacağı gibi her dindarın bunu unutmaması da ayrıca büyük öneme haizdir.

Manevi İslam: En başta yalan söylememek.

Sahabe soruyor; “Ey Allah’ın Resulü!

- “Mü’min korkak olur mu?” “Evet!” buyurdular.

- “Peki, cimri olur mu?” Yine: “Evet!” buyurdular.

- “Peki, yalancı olur mu?” Bu sefer: “Hayır!” buyurdular. [7]

İnsanları sevmek, İnsanların dertleri ile dertlenmek, İnsanlara faydalı olmak, Doğrularla beraber olmak, Aldatmamak, Zalimlere karşı olmak.

İnsanların doğrudan veya dolaylı olarak zarar görebilecekleri kin, haset, dedikodu, iftira, gıybet, öldürme, zina, içki, hırsızlık ve yalancı şahitlik gibi günahlardan uzak durmak…

İşte, içimizde biriken bu duygu, düşünce ve fiilleri dışa aktarmaktan ve en az hemcinslerimizin görmesinden utandığımız kadar Allah’tan da utanmadıkça bunları işlemekten kurtulmamız imkânsız gibidir.

İyi niyet, ihlâs ve samimiyet içerisinde rızayı ilahiyi gözetme, bütün bunlar insanın manevi dindarlığının birer göstergesi durumundadırlar.

Nasıl ki ihsana ulaşmamız için“görüyormuşçasına ibadet etmemiz” gerekir, takvaya ulaşmamız için de görüyormuşçasına günahtan uzaklaşmamız gerekir.

Ayrıca İslam, yapılacaklar kadar yapmadıklarımızı da önemser. Yaptıklarımızdan sorumlu olduğumuz kadar yapabilecek güç, imkân ve potansiyelimiz varken yapamadığımız iyi şeylerden de sorumluyuz.

Bu bağlamda birinin dindar olup olmamasında yasaklananları işlememesi, işlenmesi gerekenleri yapması kadar, yapabileceği halde yapmadıkları da belirleyicidir.

Rivayet edilir ki; Harun Reşid’in bir papağanı varmış ve bu papağan da Kur’an okurmuş. Mesele Kur’an’ı hıfz etmekte değil, uygulamakta.
Kur’an hafızı olmak ve Kur’an’ın muhafızı olmak!

İbni Ebi Şeybe, Abdullah b. Amr'dan rivayet etti: Resulullah (s.a.v) buyurdular ki; "Bir zaman gelecek ki (insanlar) toplanıp camilerde namaz kılacaklar ve aralarında bir tek mü'min bulunamayacak."[8]

İşte bu yüzden “Söylem Asrı” olmuş asrımız.

Herkes “Her şeyi” söyler; vefayı, dostluğu, eşitliği, insan hakları, İslam’ı, İslam kardeşliğini… Ama kimse uygulamaz.

Söylem asrı.

Bir birey, maddi ve manevi İslam’ı birleştirmedikçe, ikisini beraber yaşamadıkça ne yalnız ‘Maddi İslam’ı’ tek başına yaşamak; Allah ve peygamberlerin arzu ettiği ve ebedi hayatta fayda sağlayacak olan İslam’ı yaşamış sayılmaz.

Maddi İslam; sadece günü kurtarmak veya hemcinslerin toplumunda ‘itibar’ kazanmaya yarar.

Beyazıdı Bestami zamanında bir kâfire, “Müslüman ol kurtul” diyen bir müslümana kâfir şahıs şöyle cevap vermiş:

Eğer davet ettiğin din/İslam ve Müslümanlık Beyazıdı Bestaminın Müslümanlığı ve yaşadığı İslami yaşayış tarzı ise; ben ona takat edemem. O, benim çalışmalarımdan çok üstün.

Dine imana inanmıyorum; ama Beyazıdı Bestami imanına iman etmişim. İmanım var ki o, herkesten yüce, pek latif, pek nurlu. Onun imanına gizliden gizliye mü’minim.

Yok, eğer sizin imanınız imansa, ona ne meylim var ne de iştahım. İmana yüzlerce meyli olan sizi gördü mü, imandan soğur. Çünkü sizin imanınız (maneviyattan yoksun salt maddi iman olduğundan) yalnız bir ad görünmekte, manası yoktur.

İlk dönemde: Sadece uhrevi mertebelerin oluşmasına katkı sunacak şekilde veya hem dünyevi hayatın huzurlu bir şekilde idamesini hem de uhrevi hayatın selametini sağlayacak şekilde dünyayı ahretin mezrası olarak algılayıp birleştiren yorumlamanın neticesinde oluşan İslam anlayışı vardı.

Saadet döneminden uzaklaştıkça tarihi süreç içinde: Dünyevileşmiş egemen elitlerin hırs ve makama ulaşmaları adına ön açıcı olacak şekilde algılayıp yorumlamaları neticesinde oluşan bir ‘İslam’ gelişti. Bu da İslam toplumunda Kûfelileşmeyi beraberinde getirdi.

Günümüz Müslüman toplumları Hüseynilerin yanında durmamakla Kûfelileşen bir karaktere büründüklerinin farkına varmadan aslında bir nevi kendi sonlarını da hazırlamakta olduklarının farkına varamıyorlar.

Müslüman görünmek ve Müslüman olmak ayrı şeylerdir.

Göründüğün gibi olman, olduğun gibi görünmenden daha zor ve önemlidir.

Doğuştan Müslüman olduğumuz için mi bu dini derinlemesine inceleyememişiz?

Umarım ki artık bundan sonra Rabbim bizlere; İhsan makamına ulaşmayı hedefleyen ve kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçmayacağı aksine kendisini ve yakınlarını sahiplenmeyi hak ettirecek bir İslam’ı yaşamayı nasip eder ve böylece o dehşetli günde “parıldayan yüzlerden[9]” olalım.

(M. Burhan HEDBİ) 28 : 03 : 2012

**** dpnt*****

[1] - Müslim

[2] - bk- Ankebut 29/45

[3] - bk- Bakara 2/262

[4] - bk- Abese 80/34, 36

[5] - bk- Zuhrûf 43/67

[6]- Mustafa Said Hin, Nüzhetü’l Müttakîn, 1619. Hadis II, 332.

[7] - (Muvatta, Kelam 19) 13 Suyûtî, Tenviru 'l-Havalik, II, 154.

[8] - Bu hadisi Hakim ve Zehebi tashih etmilerdir. İbni Ebi Şeybe 11/23 (H: 10404) ve 15/176 (H: 19432). Hakim bu haberi Abdullah b. Amr’a mevkuf olarak zikretmiş ve bu hadisin senedi sahih olup Şeyheynin şartlarına uygundur demiş. Hakim, Müstedrek 2/442

[9] - bk- Abese 80/38

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank