Başbakan Erdoğan’ın Mısır üzerinden Arap dünyasına önerdiği laiklik, Mısır ve Tunus başta olmak üzere İslam dünyasında tepki çekti. Bu öneriyle birlikte, Türkiye’de de laiklik tartışmasının fitili ateşlendi.
Önerinin önce bir tercüme hatası olduğu ileri sürülse de, aslında Erdoğan’ın laiklik önerisinde ısrarlı olduğu görüldü. Kısaca ortada ne bir sürçülisan vardı, ne de bir tercüme hatası…
Başbakan Erdoğan’ın geçmişteki laikliğe yönelik eleştirilerinden hareketle ‘değiştiği’ gibi bir eleştiri yapmak niyetinde değilim.
Başbakan’ın bu konuda ne düşündüğünü herkes biliyor. Değişip değişmediği de başka bir mesele. Ancak bu tartışma, yeni bir anayasa hazırlığında olan Türkiye’nin yeni anayasasının yapısı açısından oldukça önemli.
Mevcut anayasanın değiştirilemez maddelerinden biri olan laiklik, yeni anayasada mevcut haliyle yer alacak mı? Alacaksa, bugünün aksine bir laiklik tarifi yapılacak mı? Olacaksa bu nasıl bir tarif olacak?
Batıdaki uygulamaları bir yana, herkes kabul eder ki laikliğin bu güne kadar ki, -Türkiye’deki- uygulaması; İslam’ı çağrıştıran, ima eden, hatırlatan, arzulayan ne varsa hepsinin önünde bir aşılmaz duvara dönüşen, daha açık ifadesiyle Müslümanların İslam’a ait arzularına ket vuran, İslam’ın uygulama alanlarını daraltmaya hatta İslamî kaynakları kurutmaya çalışan bir yapıydı.
Batıda ‘kilise’ ile ‘kral’ arasında zuhur eden kavgada, kralın papalığa karşı kazandığı zaferin sonucu olarak, dini yok saymayan ama siyasete de bulaştırmadan yaşam hakkı tanıyan batılı uygulaması örnek gösterilerek dikte edilen Türkiye laikliğinin, aynı biçimde sürdürülmesini bu toplum arzu eder mi? CHP’lilerin önemli bir kısmından bile oy alacağı şüpheli olan bu laiklilik modeli, referanduma sunulabilir mi?
Netice itibariyle, totaliter ve jakoben bir form içeren Türkiye laikliğinin cari halinin sonucu olarak, başı açık bir yargıcın muhatabına karşı objektif olabileceği, fakat başörtülü bir hakimin objektif olamayacağı gibi bir zihin inşası ile, toplumun inançlı kesiminin üzerinden İslam’ın nasıl aşağılandığı herkesin malumu.
Başörtüsünün dinî bir zaruret olduğu, bütün bir millet tarafından nevzuhurlara anlatılsa da, onların laiklik formatına uymadığı için kabule yanaşmadılar.
Müslümanların iktidar olduğu bir ortamda ve özellikle Türkiye’de laikliğin kaldırılması sonrasında nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Kimileri bunun için Osmanlı örneğini vererek, orada yalnızca ‘Gayri Müslim’ tebaa için yaşam hakkı olabileceğini, diğer dinlere ve ateistlere ise yaşam hakkı tanınmayacağını ileri sürmekteler.
Bu gerçekten böyle olacaksa, tedirgin olmakta haklı olamazlar mı?
Bu durumda İslam’ın Müslümanlara nasıl bir sistem öngördüğünü bilmek gerekiyor. Muhatapların bunu anlamaya niyetli olup olmadığı bir yana, bu konuda Müslümanların da yeterli birikime sahip oldukları söylenebilir mi? Müslümanların bir bölümü tek alternatif olarak hilafeti görürler. Bu durumu ise hangi hilafet sorusu izliyor. Hulefa-i Raşid’in dönemi mi, Emevi Abbasi dönemi mi, Memlük uygulaması mı, parçalanmaya kadar hilafeti hiç kullanmayan Osmanlı örneği mi? Hangisi?
Bundan daha can alıcısı, bugünkü Müslümanlar aralarından birini halife olarak seçebilirler mi? Eşeğin aklına karpuz kabuğu sokmak olacak ama ben batının yerinde olsam, İslam dünyasının, içlerinden birini ‘Halife’ olarak seçmelerine izin verirdim. İşte seyreylerin o zaman Müslümanların içler acısı halini.
Başbakan Erdoğan gibi bir kimsenin iktidarının en güçlü döneminde, üstelik -Mısır gibi- yönetimi firavunî olsa da, düzenlemeleri açısından oldukça İslamî sayılabilecek bir ülkeye laiklik önerisinde bulunması, bazı kitlelerce hâlâ takiyye olarak algılanabiliyorsa, peki bu kitleleri ikna için daha ne yapılmalı?
Mısırlı felsefeci Hasan Hanefi ile Faslı felsefeci Muhammed Abid El Cabiri’nin sekiz konudaki karşılıklı mektuplaşmalarının yer aldığı “Doğu Batı Tartışmaları” adlı eser, geçtiğimiz ay Mana Yayınları’ndan çıktı.
Buradaki tartışma başlıklarından biri de ‘İslam ve laiklik.’ Hanefi, Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan laikliğin, din işlerini kiliseye, devleti ise siyasetçilere bıraktığını belirtiyor. Hanefi söylemese de, laikliğin İslam dünyasına taşınmasından bu yana, devlet ihtiyaç duyduğu her an dinin alanına müdahil olurken, İslam’ı vicdanlara hapsetmeye çalıştı. Buna mukabil devlet; Diyanet’in, devletin dine müdahalelerine yönelik küçük eleştirilerine bile tahammül edemedi.
Batının, batı dışına ihraç ettiği laiklik, o ülkelerdeki yerel dini ortadan kaldırmanın en güçlü ve tartışmasız aracı olageldi. Bunun için uzakta örnek aramaya gerek var mı?
Mektubunda nesnel bir hakikat olan dini, vazgeçilemez kutsal hak olan canı, sorumluluk ve hesabın temeli olan aklı, insan saygınlığının vazgeçilmezi olan namusu/ırzı ve yaşamın omurgasını temsil eden malı korumayı, İslam Şeriatı’nın ana amacı olduğunu belirten Hanefi, bunu Şeriat’ın hâkim olduğu bir rejimde, İslam toplumunda diğer herkesin de temel hakkı olduğunu belirterek, laikliğin bundan öte ne vaat ettiğini soruyor?
Laik bir rejim, açlık hatta ölümle yüz yüze kaldığı için hırsızlık yapan birini bile cezalandırdığı halde, aşırı gelir farkı yani gelir adaleti sağlanmamış bir toplumda, zanlı açlık nedeniyle hırsızlık yapmışsa, buna İslam hukukunun ceza uygulamadığını belirten Hanefi; laiklik yanlılarının İslam şeriatından korku ve sıkıntı duymalarının nedeninin, İslam Şeriatı’nın ruhunu kavrayamamış olmalarına bağlamakta.
İnsanları batı tarzı laikliğe yönlendirmeyi, Müslümanların kendi öz kimliklerine yönelik yaratıcı faaliyetleri yerine batıyı taklit etmelerine bağlayan Hanefi’nin “İslam zaten özü itibariyle laik bir dindir, dolayısıyla Batı kültüründen ithal edilmiş bir laikliğe ihtiyaç yoktur” görüşüne Cabiri katılmaz.
Habefi’nin, İslam özü itibariyle laiktir önermesinin “İslam, sosyalist bir dindir”, “İslam liberal bir dindir” demekten farklı olmadığını belirten Cabiri, “Müslümanların batı kültüründen ithal edilmiş bir laikliğe ihtiyacı da yoktur” diyor.
Cabiri, laikliğin İslam dünyasına, Osmanlı’dan kurtulmak isteyen Lübnanlarca musallat edildiğini belirtiyor. Hanefi ise, batılı misyoner okullarında eğitim gören Suriyeli Hıristiyanların yaygınlaştırdığı görüşünde.
Laikliği sahte bir mesele olarak gören Cabiri, laikliği çok açık ve sert bir dille eleştirerek, ihtiyaçlarla örtüşmeyen bir içerik olarak tanımlıyor. Hatta Cabiri, laikliğin İslam düşünce literatüründen çıkarılması gerektiğini de belirtiyor. Cabiri, Müslümanların -hatta İslam toplumunda yaşayan diğer kimselerin- İslam’la ilişkisini, madde ile ruhun ilişkisine benzeterek İslam’ın, varlığın temelini oluşturduğunu söylüyor.
Hicretle birlikte devletleşen Müslümanların, Hz Ebubekir ve Hz Ömer zamanında devlet organlarını önemli ölçüde teşekkül ettirdiklerini görürüz. Daha sonra ortaya çıkan ihtilaflar yeni bir devlet modelini ortaya çıkarmış ve bu model 13 asır İslam dünyasında uygulana gelmiş. Fransız devrimi sonrasında yeniden şekillenen batının, Osmanlı üzerinden İslam dünyasına ihraç ettiği yönetim biçimlerinin çoğunun İslam dünyasında kabul gördüğü, ancak laikliğin ister uygulama biçiminden olsun, isterse de içeriği bakımından, Müslümanlar arasında teveccüh gördüğü söylenemez.
Başbakan Erdoğan’ın laiklik önerisinin tartışma yaratacağını bilmemesi düşünülemez. Ters bir okuma yaparak, bu meselenin yeni anayasa öncesi enine boyuna tartışılması için ortaya atılmış zekice bir fikir olabilir mi? Bunu bilmiyoruz ama en azından ben ihtimal dışı görmüyorum. Eğer böyleyse, daha çok tartışılmasında büyük yarar var.
‘Esas kız’ tartışmasında Cüneyt Özdemir’in, Ertuğrul Özkök’e, 20 yıl yönettiğin Hürriyet’te neden başörtülü birini işe almadın sorusu, Özkök’ün açık yüreklilikle altından kalkabileceği bir soru değil elbet.
Bugün gibi bir gazetenin yazarı Gülay Göktürk’ün “Ben bir Müslüman'ın, Kur'an'ın hükümleriyle yönetilen bir ülkede yaşama isteğini anlıyorum ama doğru bulmuyorum” cümlesinin tersi olan “Ben bir kişinin laiklikle yönetilen bir ülkede yaşama isteğini anlıyorum ama bunu doğru bulmuyorum” cümlesini laikçi çevrelerin gazetelerinde bir yazar yazsa, ertesi gün başına neler gelir?
Nuray Mert’te tartışmayı, “İslami referansların yeniden siyasal meşruiyetin kalkanı olarak devreye girmesi meselesi” olarak yorumluyor. Tartışmanın bu istikamette ilerlemesinden çok tedirgin olduğunu belirten Mert’e kimse “sen ne diyorsun” diye itiraz falanda etmiyor.
Batı tipi laiklik veya doğu tipi laiklik gibi kavramlar, tıpkı Cabiri’nin de ifade ettiği gibi, sahte tartışmalar...
Burhaneddin Rabbani’nin gıyabi cenazesine katılanları tehdit eden “Müslümanlar”ın yaşadığı bir dönemde, aslında laikçi çevrelerin tedirgin olmalarına ne gerek var? Asıl sorun, Müslümanların diğer Müslümanlar için ön gördüğü gelecek ve son.