Geçen hafta PKK ve BDP’nin söylemi üzerinden ilerleyen talepler ve Osmanlı’nın tasfiyesi sırasında yaşanan travmaya dikkat çekmiştik. PKK ve BDP Kürt halkının yalnızca bir bölümünü temsil ettiğine göre, bir halkın taleplerini sadece bu Marksist cephe ile sınırlandırmak da bir başka zulüm.
Lakin İslamcı Kürtlerin bölünmüşlüğü, bir kısmının uçlarda dolaşması, bir kısmının PKK/BDP söyleminin ardına sığınarak gizli milliyetçilik yapması, bir kısmının tüm Türkleri Kemalist/ulusalcı sayarak “düşman” olarak görmesi ‘şizofrenik’ bir vak’a olarak karşımızda duruyor.
Bu şizofrenin nedeni, 19. yy’da içimize zerk edilen milliyetçilik virüsü. Müslümanlar açısından bunu tedavi eden reçete -ilgilisi bilir ki- Kur’an’da var.
Bağımsızlık defteri, bölgenin ve dünyanın geldiği durumun imkânsızlığı nedeniyle kapatıldığına göre, -Ankara’nın ciddiye almayacağı- “demokratik özerklik” avuntusu ne işe yarayabilir ki? Başarabileceği tek şey, Ankara’yı kızdırarak tepkiselliğe itmek.
Fakat hem derin PKK’nın -küresel aktörlerle işbirliği içinde- yaptığı Silvan saldırısı, hem DTK’nın bu saldırı ile eş zamanlı “özerklik” açıklaması önemliydi. Buna karşın daha da önemli olansa, Ankara’nın hem bu oyuna gelmeyeceğini, hem de sağduyulu hareket etmeyi öğrendiğini göstermesiydi.
PKK, DTK, BDP üçlüsü ile diğer aktörler, Ak Parti iktidarının sağduyusunu gördüğüne göre, yeni bir strateji izlemeleri şart. O halde artık kinin değil, aklın devreye girmesi gerekiyor. Bunun için de; bölgenin ekonomik büyümesini iyice bitirecek olan bu anlamsız talep ve masum kimselere yerine, somut ve gerçekçi talepleri masaya koymaları gerekiyor.
Öte taraftan bazı Kürtlerin Kürt milliyetçiliği için bahane üretmeye yönelik, “İslamcı çevreler ile cemaatler; Kürt sorununa yönelik çözüm üretmedi/üretmiyor” gibi, kimseye yararı olmayan anlamsız eleştirileri bırakıp, birde, ‘biz nerede hata ettik’ sorusunu sormaları gerekmez mi? Sürekli suçlayarak bir yere varılamayacağını görmek gerekmiyor mu?
Bu çevrelerin haklı veya haksız eleştirileri bırakıp, en azından bölgenin tarım, işsizlik, kısırlaştırma, bozulan ahlaki değerler, eğitim, temel hakların kalıcı olarak iadesi gibi ana sorunların çözümüne yönelik -sözü dolandırmadan- somut öneriler getirmesi şart.
Sorundan beslenen BDP’nin somut öneriler getirmemesi artık anlaşılabiliyor. Ama konuşurken mangalda kül bırakmayan ve sözü dönüp dolaştırıp bütün bir toplumu suçlayarak sürdüren bir takım “İslamcı Kürtler” bunu neden yapmıyor acaba?
Mesela, medreseleriyle de ünlü bölgede, çocukların ilköğretimi bitirene dek Kur’an Kerim eğitimi alamamasını neden hiç dile getirmezler?
Kendi topraklarında tarım ve hayvancılık yaparak kendi kendine yetebilen, bu sayede de modern hastalıklardan uzak kalarak sağlıklı bir yaşam sürebilen bir kavmin, topraklarından koparılarak şehir varoşlarında aç ve sefil dolaşmasına neden itiraz etmezler?
Mesela, bölge ekonomisi için çok büyük bir öneme sahip ve önemli bir bölümü Türkiye-Suriye sınırında yer alan, Türkiye-Sureyi-Irak sınırındaki mayınlarla döşeli 877 km uzunluğu ve 25 km genişliğindeki dev arazinin akıbetinin ne olacağı konusunu neden hiç konuşmazlar?
Yapımına başlanması beklenen ‘yeni anayasa’ da neler olup, neler olmaması gerektiği konusunda neden açık açık konuşmazlar?
BDP’nin isabetli yaklaşımları bir yana, sorunu büyüten yaklaşımlarına neden tepki vermezler?
Sonuç olarak, “Kürt sorunu” genel itibariyle kardeşliğin pekiştirilmesinden ziyade, ayrışma üzerine yani batılı kurgu, rejim ve Türk ve Kürt ulusalcıların arzu ettiği çerçevede tartışılmaya devam ediyor.
Bu sorunun, yeni bir anayasa ile çözüleceği fikrinin de boş olduğu düşüncesi, çözümün bir bölümünün buradan geçtiği gerçeğini boşa çıkarmaz. Bu durumda hem BDP’nin, hem diğer Kürt grupların, hem de toplumun tüm kesimlerinin yeni bir anayasa talebinin ötesine geçmesi ve nasıl bir anayasa sorusuna cevap üretmesi gerekiyor. Bu çerçevede, 2009 yılında anayasa talebine yönelik keleme aldığım yazımın öneriler kesitini alıntılamakta yarar görüyorum.
Öyle bir anayasa istiyorum ki:
Bana karşı devleti değil, devlete karşı beni korusun...
Yalnız beni değil, seni, onu ve ötekileri de korusun…
Düşman yaratan değil, dost edinen olsun…
Ötekileştirmesin…
Çözen değil, bağlayan olsun...
Kırıp dökmesin, onarsın…
Ezen ve ezilen değil, hakkı tutup kaldıran olsun...
Tohumu “namus” bilsin…
Aklıma mukayyet olsun...
Şantaj yapmasın, baskı düzeni kurmasın...
Darbecileri korumak bir yana. aklından geçirenin aklını alsın...
Gücü kendinden değil, hakta ve adalette vehmetsin…
Şeytanın avukatlığını yapmasın…
İnancıma saygı duysun…
Beni kovalayan değil, kollayan olsun…
Toprağımı yağmalayan değil, toparlayan olsun...
Dinime, dilime, küfreden değil, koruyan olsun…
Neslimi, aklımı, namusumu, ruh ve beden sağlığımı her türlü tahripten korusun...
Bana rağmen yapılmasın...
Bana düşman olmasın…
İbadetime engel koymasın…
Paranoyalardan değil, özgürlüklerden yana olsun...
Hastalığı değil, hastayı korusun...
Çalandan değil koruyandan, tembelden değil çalışkandan yana olsun...
Düşünceme pranga vurmaya kalkmasın...
Ne zulmü alkışlasın, ne de mazlumluğu öğütlesin…
Kimseyi açlığa mahkûm etmesin...
Rantçı değil, paylaşımcı bir sistem inşa etsin…
Aslında istediğim sadece “Adalet”. Bunu bana çok gören biri olmaz olsun.
Artık “adalet”, “adliye sarayları”nın duvarlarında yazan bir kelime değil, gönülleri kazanmış bir “gerçek” olsun.
Çok şey değil, hakkımızı istiyoruz.