Küreselleşme, Çelişkiler ve Atatürkçülük
Prof.Dr. Metin AYIŞIĞI
AY IŞIĞI
Küreselleşme, toplumun hemen her kesiminde adeta hoş çağrışımlar yaptıran bir sözcük oldu. Günümüzün küreselleşmecilerinin ise ne tür bir iktidarın egemenliği altında bir küreselleşmeden yana olduklarını her zaman açıkca ortaya koydukları söylemek zordur.
1989’da doğu bloğunun yıkılması ve ardından 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte son yirmi yıla damgasını vuran olgu, “globalleşme” ya da bizdeki yaygın kullanımıyla “küreselleşme” olmuştur. Buna rağmen, küreselleşme ile kastedilen ya da betimlenen durum, çok net bir görünüme sahip değildir. Kavram, bazen dünya toplumlarının birbirine benzeme süreçlerini; buna bağlı olarak homojen bir kültürün ortaya çıkmasını; bazen de toplumların, toplulukların ve kültürlerin birbirlerinden farklılıklarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, taşıdığı çelişkiler ve belirsizlikler ile karakterize olunan bir süreci ifade etmektedir[1].
Burada savunulan, kuşkusuz emperyalizmin egemenliği altında tam bağımsızlık ilkesinin silinip gitmesinden, bir başka deyişle, çok sayıda bağımsız ve demokratik rejimler yerine tek ve evrensel bir imparatorluk rejiminin kurulmasından başka bir şey olmasa gerek.
Amerika' nın küresel üstünlüğü bazı bakımlardan, daha sınırlı bölgesel etkinlik alanlarına rağmen eski imparatorlukları andırmaktadır. Dünya yeni bir yapılanmaya giderken küresel üstünlüklerini devam ettirmek isteyen emperyalist ülkeler etnik parselasyonla milli devletleri bölecek, bunu dini hatta mezhepsel parselasyonlar izleyecektir.
İnsanlığın yüzyılların birikimi sonucunda kurulmuş olan millet-devletler, küreselleşme saldırısı karşısında zayıflatılmış ve milyarlarca insan bu nedenle açlığa, yoksulluğa ve toplumsal çöküşlere sürüklenmiştir. Batı hegemonyasının temsilcisi olan ABD kendi çıkarları doğrultusunda bir dünya imparatorluğu oluşturmak üzere küreselleşme sürecine zorla devam etmek isterken, dünya halklarının uyanması karşısında bu kez savaş senaryolarını gündeme getirmiştir. Dünya ülkelerini çökerten, milletleri yok eden, halk kitlelerini açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden emperyal-küreselleşmenin, yâni emperyalizmin devam edebilmesi için savaş senaryoları zorunlu olarak devreye sokulmuştur.
Bir zamanlar daha rahat sömürebilmek için milli devlet anlayışını teşvik eden egemen güç, emperyalizm; günümüzde milli devleti önünde bir engel gibi görebilmektedir. Yeni dünya düzeninin empoze etmeye çalıştığı demokrasi alt kimliklerin ön plana çıkartıldığı yerel ağırlıklı bir demokrasi anlayışıdır. Türkiye gibi alt kimliklerin etnik ve mezhepsel olarak çok farklı olduğu ülkelerde böyle bir demokrasi anlayışı parçalanma demektir.
Azınlık tanımlamaları karşısında Lozan Antlaşması’nın önemi:
Lozan Barış Antlaşması, küreselleşen yeni dünya düzeninde Türk Milleti'nin hukukunu belirleyen ve koruyan yegane uluslararası belgedir. Türkiye için hayati öneme haizdir. Bu antlaşma, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 'kuruluş' antlaşmasıdır. Lozan Barış Antlaşması, Türk Milleti'nin bağımsız yaşama karakteri ve kararının uluslararası düzeyde tescil ve tasdik edilmesinin belgesidir.
Kısacası Lozan Barış Antlaşmasında millet tektir ve bu millete dayalı kurulan devlet milli bir devlettir. Günümüz de AB üyeliği ve Kopenhag Kriterleri üzerinden değiştirilmek istenen hususlar bunlardır. Kürt sorunu veya Kürtlerin de kurucu millet olarak kabul edilmesi talepleri aslında Avrupalıların Lozan'da kabul etmek mecburiyetinde kaldıkları Türk Milleti'nin bağımsızlığı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğinin ortadan kaldırılmasıdır.
Bilindiği üzere AB ilerleme raporunda Aleviliğe de atıfta bulunulmaktadır. Oysa, Lozan’da azınlık tanımı çok açıktır. Alevilik bir din değildir. Bazı Alevilere göre İslam’ın özü, kimisi mezhep, kimisi ideoloji, kimisi ise kültürel yapılanmadır.
AB’nin bazı yetkilileri, ülkemizde yaşayan ve hiçbir ayırımcılığa tabi olmayan Kürt kökenli insanlarımızı ve Alevileri ‘‘azınlık’’ olarak tanımamızı istemektedirler. Bu doğru olmadığı gibi, büyük bir saygısızlık ve küstahlıktır.
AB'nin Türkiye'deki azınlıklar meselesine bakışını anlatan AB Komisyonu Ankara Temsilcisi Hans Jörg Kretschmer, “Ankara'nın Lozan Antlaşmasını sınırlı bir şekilde yorumladığını" vurgulayarak, “AB'nin bu dar yorumla mutabık olmadığını” ifade ediyordu[2].
Bu tutumdan cesaret alan DTP Milletvekili Sebahat Tuncel Almanya'nın başkenti Berlin Eyalet Parlamentosu'nda düzenlenen konferansta “Türkiye Kürt halkının taleplerine cevap vermezse, korkusunu duyduğu bölünme gerçekleşebilir. Ankara bu işi çözemezse farklı bir yöne de kayabilir.” diyerek tehditler savuruyordu[3].
Oysa Almanya’da Yahudiler azınlık değildir. Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve Hollanda gibi yarım milyondan fazla Müslüman’a sahip ülkelerden hiçbirinde Müslümanlar azınlık değildir. Yunanistan’da ise Batı Trakya Türkleri Müslümanlar azınlıktır; ama onlara göre de Türk azınlık yoktur. Yani Avrupa Birliği’nde ortak bir azınlık tanımlaması olmadığı gibi, azınlıklara nasıl haklar verileceği de milli devletler tarafından ayrı ayrı kararlaştırılıyor. Her üye ülkenin farklı uygulamaları söz konusudur. Dolayısıyla AB’nin, Türkiye’ye herhangi bir azınlık grubu veya azınlık hakkı dayatması yanlıştır.
Devam Edecek...