Küresel Terör
“Bütün Avrupa’da ve öbür kıtalarda ıstırap, ayrılık ve kin uyandırmalıyız. O zaman fayda artarak çoğalır. Böylece; istediğimiz zaman kaynaşma, dilediğimiz zaman durgunluk meydana getirebileceğimizi öğrenecek olan bütün ülkeleri kendimize esir ederiz ve onlar bizi çaresiz taşıyacakları bir yük olarak kabul etmeye alışırlar. Ayrıca gerçekleştireceğimiz siyasi entrikalar, ekonomik anlaşmalar ve mali sözlerle, devlet kabinelerine gereceğimiz ağları birbirine perçinlemiş oluruz. Dileğimize ulaşmak için, müzakere ve ticari alışverişlerde hilekârlığa olan kabiliyetimizi ispat etmeliyiz.” Bu cümleler “amacımız gücü ele geçirmek” diyen “Siyon Protokolü”nün 7. maddesidir.
Siyon Protokolü’nün detaylarına döneceğiz ama en önemli sorunlarımızın temelini teşkil eden mide terörü ile ilgili genellikle ‘peki ne yapalım?’yerine ‘iyi de ne yiyelim?’ sorusuna muhatap oluyorum. Bir sorun varsa –ki varlığında herkes hem fikir– çözümü içinde ortak hareket ve mücadele gerekiyor.
Hibrit ve GDO’lu tohumlar ile petro-kimya ürünü gübre ve tarım kimyasalları kullanılmış gıdaları yememeliyiz. Uygulama da olmasa bile, bunların sorunlu olduğu ve tüketilmemesi gerektiği konusunda da hem fikir gibiyiz.
Ardından gelen cümle ‘ben organik almaya çalışıyorum’ olmakta. Peki hangi organik? Çarşı pazarda “organik” etiketiyle veya sertifikasıyla satılan sözde organikler mi?
Öncelikle geliniz kavram karşısına son verelim ve tanımda anlaşalım. O halde işe küreselleşmeden başlayalım. Küreselleşmeyi en iyi anlatacak tanım, belki de “şirket çıkarı” cümlesi…
Küreselleşme modası çerçevesinde siyasi iktidarların koyduğu kurallar ve yaptıkları yasal düzenlemeler, çoğu kez belirli hacimlere ulaşmış küresel şirketlerin çıkarlarını koruma amacından öte bir değer taşımayabilir.
Bu nedenle de bu sistemde kâr, şirketlere giderken, zararı ise insanlar ve çevre görür. Vergiyi de hep tüketiciler öderler. Bu amaca hizmet eden akademisyenlerin, siyasetçilerin ve hükümetlerin bu rolüne, “şirket taşeronluğu” deniliyor. Bu taşeronluğun kullanılmaya müsait olunduğu sürece, geçici olarak maddi, manevi veya siyasi çıkarın olacağı da göz ardı edilemez.
Her açıdan mevcut küresel şirket düzenlerine kazanç sağlaması ve bu çıkarı destekleyen ve de temsil eden fikirleri yansıtması bakımından küreselleşme; ideolojik bir kavram ve Siyonist bir ideolojidir.
Siyonizm, her ne kadar ‘Yahudilik’ olarak algılansa bile, bu isabetli değildir. Siyonistler, Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, sadece bir ırk ismi olarak kabul etmekteler. Bu nedenle, Siyonistlerin dini inançları yoktur ve çoğunluğu ateisttirler. Bu yüzdendir ki; dindar Yahudiler, genellikle Siyonizm’e karşı çıkarlar. Dindar Yahudilerin bir devlet fikrine karşı çıkmalarının temel nedeni olarak; “böyle bir devletin tanrılarınca kendilerine sonsuza kadar yasaklandığı” inancına sahip olmaları gösterilir.
Haham Hirsch, Washington Post’un 3 Ekim 1978’deki nüshasında yayınlanan demecinde “Siyonizm, Yahudi halkını milli bir varlık olarak tanımlamak ister, bu dinen bir sapmadır” diyerek bu görüşü tescil eder.
Faşizan bir ideoloji olarak ortaya çıkan küresel Siyonist iktidar; “bize milletlerarası bir iktidar vermek zorunda kalacaklardır. Bu öyle bir iktidar olacak ki, dünyanın bütün devletlerinin gücünü bir araya getirecek ve onların üzerinde bir yüksek hükümet kurulacaktır. Bugünkü hükümetler yerine, ‘yüksek hükümet’ adını alan bir dev dikeceğiz. Onun kolları her tarafa uzanacak. O kadar teşkilatlı olacak ki, bütün milletler ona itaatten başka çare bulamayacaklardır…”
Bugün hemen hemen neredeyse, önemli bir kısmı gerçekleşmiş olan bu metindeki görüşler, hâlen orijinal nüshası British Müzesi Kütüphane’sinde bulunan, “Siyonizm’in kutsal kitabı” olan ve 1906 tarihli “insanlığın düşmanı” isimli Rusça kitapta tümü yayınlanan “siyon protokolü”nün 5. maddesinin bir bölümüdür.
İşte çoğumuzun ardına takıldığı küreselleşme fikrinin ana teması ve hedefi bu... Avrupalı devletlerin neden bu halde olduğunu ve Siyonizm’i neden sürekli desteklediğini merak edenlere cevap, yine aynı protokolün 3. bölümünde: “Bugün artık size hedefe yaklaşmış olduğumuzu söyleyebilirim. Biraz daha yolumuz kaldı. Milletimizi temsil eden yılan figürü, dairesini kapatmak üzere. Bu daire kapandığı zaman, Avrupa devletlerini bir mengene içine alınmış olacaktır.”
‘Neden İstanbul’dan Hakkâri’ye uzanan bu terör bitirilemiyor?’ sorusunun cevabını, siyasi iktidara bağlayan yorumlar, kötü niyetli değilse o zaman ne denli küresel bir terörün içinde olduğumuzun görülememesinden kaynaklanabilir.
Doğulu köylüler ‘teröre yataklık’ ettiği iddiasıyla köylerinden edilmişti. Bu durum, tarım ve hayvancılığımızı kaybetmemize neden olmuştu. Acaba tohumdan ete her şeyi, dışarıdan ithale mecbur kalmamıza neden olanlar mı yoksa doğulu köylüler mi, teröre yataklık ede gelmişler? “Dikkat ediniz! Kötü niyetli insanlardan çoktur; bu nedenle konuşma ve tartışmalarla değil, sertlikle ve terörle idare ederek en iyi neticeler elde edilir…” Siyon protokolünün birinci bölümü şöyle devam ediyor: “Zamanımızda altının kuvveti, liberal hükümetlerin yerini almıştır. Hürriyet fikri gerçekleşemez; çünkü onu hiç kimse tam bir ölçü ile kullanamaz. Halkın bir müddet için kendini idare etmesine müsaade etmek, yönetimde kargaşa meydana gelmesi için yeterlidir. Kısa sürede devletleri yıpratan, güçlerini kemiren ayrılıklar ve toplumsal didişmeler ortaya çıkıverir. Devlet ister kendi gerginlikleri içinde yıpransın, ister iç kavgaları sebebiyle, dış düşmanlarının yönlendirmesine açık hâle gelsin. O artık çaresizidir. O, artık bizim avucumuzun içinde demektir. Elimizde bulunan sermaye ona, batmamak için ister istemez sarılacağı bir kurtuluş teknesi gibi görünür…”
Küreselleşme denilen belâyı ise şöyle anlatıyor Siyon Protokolü’nün beşinci bölümü: “Hükümetler bizim iştirakimiz olmaksızın hiçbir anlaşma yapamazlar. Bilginlerimiz tarafından geliştirilen iktisat ilmi, bize altının görkemli değerini göstereli çok zaman oldu. Sermayenin serbest olabilmesi için sanayi ve ticareti tekeli altına alması gerekir. İşte gizli bir elin, dünyanın her tarafından gerçekleştirmek istediği şeyde budur. Bu serbestlik, sanayicilere siyasi kuvveti verecek, halkta ona boyun eğecektir…”
Obama’nın iktidara geldiği günden bu yana, Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğe sürekli karşı çıkan Putin’e karşı, Rusya’yı DTÖ’ye almak için Medvedev’e övgüler düzmesi ve bugünlerde konuyu müzakere ediyor olması özellikle yine Siyonist bir proje olan Dünya Ticaret Örgütü üzerinden nasıl bir tezgâhla karşı karşıya kaldığımızı da gösterir.
* * *
Küreselleşmenin esaret ve kulluğundan şu veya bu şekilde kurtulabiliriz. Lakin bunun için düşmanı tanımak zorundayız. ‘Aslında kiminle savaşıyoruz? Düşman, aynadaki mi yoksa o kara sırrın arkasındaki mi?’ Bunu görmeden açtığımız ateş veya bize açılan ateş, sadece aynadaki bizi vurur.
Düşmanı görmemizi engelleyen şey, yüzümüze tuttuğumuz aynada olabilir. Bu yüzden bazı Güneydoğu doğumlu kardeşlerimizin yüzümüze tuttukları ayna, ‘acaba gerçeğimizi mi yoksa ortak düşmanımızı mı gösteriyor?’ bir kere daha düşünülmesi gereken bir mesele. Öyleyse aynanın ardındaki altın görünümlü o kara sırrı, kaldırıp bakmanın şimdi tam sırası değil mi?
Sağlam bir gözle Siyon Protokolü’nün altıncı bölümünü okumak muhtemelen ‘o sırrı’ görmemize yardım edecek: “Spekülasyon olmayınca sanayi, özel birikimleri artırır. Bu da toprağı banka kredilerinin yüklediği borçtan kurtararak, ziraati iyileştirir. Sanayi ile oluşan birikimin toprağa yönelmemesi için, spekülasyon vasıtasıyla dünyanın altınlarını ceplerimize akıtmalıyız. Böylece bütün insanlar, işçi saflarına kadar düşecek ve yalnızca hayatlarını sürdürebilmek için önümüzde diz çökeceklerdir. Dünyanın sanayisini öldürmek için spekülasyonu ve süsü geliştireceğiz.
Ücretleri artıracağız ama bu artış işçiye hiçbir yarar getirmeyecek. Çünkü aynı zamanda hayatı için gerekli tüm maddeleri pahalandıracağız. Bundan başka işçiyi anarşiye ve alkollü içkilere alıştırarak, üretim vasıtalarını kurnazca baltalayacağımız gibi, mümkün olan her tedbire başvurarak zeki insanları dünya yüzünden kaldıracağız. Bu durumun zamanından önce göze çarpmaması içinde asıl maksadımızı ‘işçi sınıfına hizmet maskesi’ altında gizleyeceğiz…”
Meselenin bir bütün olduğunu görebilirsek, birbirimize ‘Kürt ya da Türk’, ‘terörist yahut asker’ diye değil, Güneydoğu’daki terörün de, tarladaki/tohumdaki terörün de aynı mihrakın ürünü olduğunu görmüş olacağız.
Biz ‘akletmeyi’ unuttuktan bu yana; görmememiz ve akletmememiz için, tüm meşru araçları bu kirli amaç için kullana gelmişler.
Başbakan Erdoğan’ın bazı medya organları ve köşe yazarlarına karşı yönelttiği eleştiriler, zaman zaman birçoğumuzca sert bulunabilir.
Ama Siyon Protokolü’nün 12. bölümü ile bu sert eleştirilerin muhatabı yazarların görüşlerinin örtüştüğünü gördüğümüz zaman, bu serzenişe hak vermemek imkânsızlaşabilir. Öte yandan Sayın Başbakanın da, etrafındaki akıl hocalarının bazılarını gözden geçirmek gibi bir zorunluluğunun olduğunu da not ederek okuyalım bu bölümleri: “Kitap ve gazete iki terbiyeci kuvvettir. Böyle olduğu içindir ki gazetelerin çoğunun sahibi olacağız. Böylelikle aleyhtâr basının zararlı etkisini yok edeceğiz ve halk üzerinde derin bir tesir meydana getireceğiz. Eğer on gazeteye ruhsat verirsek, halkın bundan haberi bile olmadan biz de otuz gazete çıkaracağız…
Başarıyla idare etmenin bir sırrı da; halkın alışkanlıklarını, isteklerini, hatalarını ve fikir ayrılıklarını çoğaltmaktır. O kadar ki artık hiç kimse bu bulmacayı çözemesin ve farklı kesimler birbirleri ile anlaşamaz hâle gelsin. Bu durum, bütün partiler arasında geçimsizliği doğurmak ve hâlâ bize uymak istemeyen halk hareketlerini dağıtmak tesirini de meydana getirir… Planlarımızda dikkatimizi iyi ve ahlaklıdan ziyade, gerekli ve faydalıya çevirelim. Parolamız güç ve iki yüzlülüktür. Hükmünü yürütmek isteyen hile ve ikiyüzlülüğe başvurmalıdır. Başlarındaki tâcı, yeni bir gücün yöneticilerine kaptırmak istemeyen hükümetler için, şiddet bir prensip, hile ve iki yüzlülük ise bir kural olmalıdır…”
“Sonuç, araçları mubah kılar” düşüncesini prensip edinen bu Siyonist ideolojiyi, “Beynelminel Yahudi” eserinde Henry Ford;
“Yahudilerin mümkün olan şeyleri hükümetlerden önce ve daha iyi bilmeleri, orta çağda araştırmacıların dikkatini çeker. Yahudiler, gelecekteki şeyleri kesinlikle tahmin edebiliyorlardı. Siyasi ilişkileri, yetkili hükümet adamlarından çok daha iyi biliyorlardı. Onlar, ekonomik haber akışının temeli kurallarına neden olur. Bu durum onların kazançları için tahmin ve hayal edilemez bir değere haizdi. Ortada dolaşan haberlere güvenilemediği zamanlarda, önceden bir bilgiye sahip olmanın büyük faydaları vardır. Bu ırk, ülkesini ve hükümetini kaybettikten sonra bütün dünyaya hâkim olmuştur. Dün, bugün ve daima Yahudi, Yahudi olmayanların sefaletine sebep olarak para kazanmıştır” şeklinde tasvir ediyor.
Nerede hata yaptık, artık düşünmeye başlasak mı, ne dersiniz?
* * *
Görülüyor ki, bu meselenin ayrıntısı bir makale konusu olmaktan çok ama çok uzak. Bu nedenle de farklı yayınevlerinde basılmış olan Henry Ford’un “Beynelminel Yahudi”, Mana Yayınları’ndan çıkmış olan Nuri Yılmaz’ın “Bitmeyen Savaş” kitapları ve bendenizin “Deccal Tabakta” kitabı düşünce dünyamızı, epeyce derinlere belki de çözüme götürücü tefekkürlere sürükleyebilir.
Fatma K. Barbarosoğlu, Yeni Şafak’ta “Ha soykırım ha modern tarım teknikleri” başlıklı bir yazı kaleme almış, bende kendisini arayarak teşekkürlerimi iletmiştim. Tarım Bakanlığı ise hiç gecikmeden Fatma Hanıma, gerçekleri çarpıtarak, Siyonist küreselleşme düzeneğine hizmet eden bir açıklama göndermiş. Fatma Hanım da hiçbir tevil yapmaksızın bu açıklamayı yayınlayınca, doğrusu üzerime alındım. Hem kendi köşemden Bakanlığın tahriflerini deşifre edeyim hem de uzun zamandır yazmak isteyip bir türlü vakit bulamadığım “Tohum Vakfı” önerisini dile getireyim istemiştim. Ama söz nerelere geldi. Nasip değilmiş fakat ilk fırsatta bu her iki konuyu dile getirelim.