Medresetüzzehra!
Bugün Bediüzzaman Said Nursi'nin vefatının 53. yıl dönümünü rahmetle yad ediyoruz.
Buyurulur ki, Âlimler dağlar gibidir, nasıl ki yeryüzü üzerindeki dağlar ile dengede duruyor ise insanlık âlemi de Âlimler ile ayakta durur. Her asrın mutlaka bir Müceddid (yenileyici) vardır. Bu asrın Müceddidi de
bana göre Said Nursi’dir.
Cemaatı, teşkilatı bir kenara bırakır da, tarafsız bir gözle tahlil edersek, görülmektedir ki; yaşamından vefatına, düşüncesinden icraatına kadar, tüm ömrü ilimle meşguliyetle geçen büyük bir mütefekkir. Biraz da ilgi ile bu Zatın hayatını okursanız, Said Nursi’nin nasıl bir ‘derya’ olduğunu içine aktıkça görüyorsunuz.
Sözlü anlatıla gelen Said Nursi’nin; “Kur’ana hürmetsizlik olmayacağını bilse idim (Kuran'ı) üç günde hıfz ederdim” diyecek kadar zeki ve Âdâb sahibi bir mütefekkir olduğunu öğrendim ilk. Dolayısıyla bütün ömrünü Kur’ana adayan büyük ulema…
Said Nursi hakkında internette istediğiniz kadar doyurucu bilgi bulmanız mümkündür, fakat ben bu yazımda, bu ulemanın vefatının 53 yıl dönümünde onun hayatında ki kırılma noktalarından birkaçını paylaşmak istiyorum sizinle. Hani hepimizin hayatında vardır ya; dönüm noktası, rüya gibi, inanılmaz, ilham… ne derseniz artık adına, sizi doğru yola sevk ederek hedefinize kilitleyen anlar…
İşte Said Nursi Hazretlerinin yolunu bulmasında karşılaştığı bazı önemli hadiseler şöyle:
[* Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.”
Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: “Kur’an’ın mucizevi yönünü beyan et”
Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; mucizeliği onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım... ]
[* Bediüzzaman Said Nursî Hz.leri, Van'da iken, kısa müddet içinde Tarih, Coğrafya, Riyaziyat (Matematik), Kimya, Fizik, Biyoloji, Felekiyat (Astronomi) gibi ilimleri mütalâa ve tetkik edip, o ilimlerin de esaslarını da elde etmiştir.
Bu dönemde günlük gazeteleri takib ile, Âlem-i İslâm ile yakından alakadar oluyordu. O esnada Van Valisi Tahir Paşa'nın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekat (sömürü) Nâzırı'nın İngiliz Meclis-i Meb’usanında, elinde Kur'an'ı göstererek:
"Bu Kur'an Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya Kur'an'ı ortadan kaldırmalıyız, ya da Kur'an'ı onlardan soğutmalıyız" sözü üzerine,
"Kur'an sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu, ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim." diye ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır.]
Said Nursî Hz.leri İngiliz Müstemlekât Nazırının bu sözünden, şöyle bir fikir hasıl olmuştur ki;
Şarkî Anadolu'da Medreset-ül Zehra namında, Mısır'daki Cami-ül Ezher gibi bir İslâm üniversitesi inşa edip orada yetiştirdiği talebeler, Kur'an'ını hakkaniyetini bütün âleme neşretsinler.
İşte bu maksat ve saikle İstanbul'a geldi. İstanbul''da bütün ulemayı münazaraya davet etti. İkâmet ettiği odasının kapısında şu levha vardı; "Burada her müşkül halledilir, her sûale cevap verilir, fakat sûal sorulmaz"
Bediüzzaman'ın şöhreti, kısa zamanda İstanbul âfakını kaplar. İstanbul'daki nice âlim ve fâzıl kişilerle münâzaralarda bulunur, herkes bu zatın hakikaten BEDİÜZZAMAN olduğunu yakînen bilir ve anlar. Hz. Bediüzzaman'ın bundan maksadı, Şarktaki ilim ve mârifetin yüksekliğine nazarları çevirmekle Şarkta bir dar-ül fünûn tesisine çalışmaktı.
Sonra maksadını îzah eden uzun bir dilekçesini, bir vasıtayla sultan Abdülhâmid’e takdim etti. İstanbul’da bulunduğu müddetçe gazetelerde İslâmiyet hakkında ve Meşrûtiyet-i Meşrûa lehinde makaleler yazardı.
31 mart (1909) vak’asından sonra çıkarıldığı asker-î mahkemede divan-ı Harb-i Örfî reisi Hurşid Paşa’nın:
-Sende Şeriat istemişsin? Sualine cevaben:
-Şeriatın bir meselesine bin ruhumu feda etmeye hazırım .ilh. beyanları ve mahkemede yaptığı meşhûr “Divan-ı Harb-i Örfî” adlı müdâafası ile mahkemede berâat etti. Üstâd Bediüzzaman’ın, o zaman ki “Eski Said” tabir ettiği hayatında buna benzer hadsiz hârika hatıraları vardır. Bunlar mufassal Târihçe-i Hâyat’ta zikredilmiştir.
* İstanbul’dan Van’a gitmek üzere yola çıkar. Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te bir Rus polisiyle acip bir muhâverede bulunur. Tarihçe-i Hayatta yazıldığı üzere şöyle:
“...Tiflis’te Şeyh San’an tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus Polisi gelir ve sorar:
-Niye böyle dikkat ediyorsun?
Bediüzzaman der:
-Medresemin plânını yapıyorum.
O der:
-Nerelisin?
Bediüzzaman:
-Bitlis’liyim.
Rus Polisi.
-Bu Tiflis’tir.
Bediüzzaman:
-Bitlis Tiflis birbirinin kardeşidir.
Rus Polisi:
-Ne demek?
Bediüzzaman:
-Asya’da, Alem-İslâm’da, üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde, birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacak. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, bende gelip burada medresemi yapacağım.
Rus Polisi:
-Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine!
Bediüzzaman:
-Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimâl verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır.
Rus Polisi:
-İslâm parça parça olmuş?
Bediüzzaman:
-Tahsile gitmişler. İşte Hindistan İslâm’ın müstaid veledidir; İngiliz mektebi idadesinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor.Kafkas ve Türkistan İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde tâlim ediyorlar. İlâ ahir...
Yâhu, şu asilzâde evlad, şehadetnâmelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüç ettirmekle, kaderi ezelini nâzarında, feleğin inadına, nev’i beşerdeki hikmet-i ezeliyyenin sırrını ilan edecektir.”
Van’a geldikten sonra âşiretleri dolaşarak içtimâî ve ilmî derslerle onları, irşada çalışmıştır. Bu dersleri bilâhare sual-cevab halinde, “Münazarat” isimli eserinde neşredilir. Bu kitabın başında şöyle diyor:
“İslâmiyet güneş gibidir üflemekle sönmez. Gündüz gibidir: göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”
Bu iki kitap yani “Divan-ı Harb-i Örfi” ile “Münazarat” risaleleri ve Şam’da irad ettiği “Hutbey-i Şamiyye” gibi eserleri, Said Nursî Hz.lerinin istikbale ışık tutan, hayat-ı içtimaiyeye dair, isabetli görüşleri ve dersleridir.
…
İşte kulaktan dolma bildiğimiz Said Nursi ile, yukarıda okuduğunuz ve öğrendiğiniz Said Nursi arasındaki fakı gördünüz mü şimdi?