Korku Tüneli
Ülkemiz son birkaç yıldır her biri birbirinden çarpıcı iddiaların şok edici vuruşları ile sarsılmakta, birey-devlet ilişkisi çerçevesinde “özgürlüklerin sınırları” olabildiğince zorlanmaktadır. Yaşananlar insana George Orwell’in 1984’ünü hatırlatmaktadır.
Türkiye, 1920’deki ortaya çıkış mücadelesinin başarıldığı 1923’ten bu yana sürekli bazı sorunların enerji tüketici ve gelişmesini engelleyici sancılarıyla kıvranmaktadır. Bu sorunların başında 1950’ye kadar olan dönem için en başta geleni, Kurtuluş Savaşı’nı da vermiş olan yönetici kadronun bilinçaltına yerleşmiş bulan “düşman dostlar paranoyası” nedeniyle devletin dışa kapalı bir yapıda olmasıdır.
Yeni rejimin kendini topluma kabul ettirme sorunları, merkezin taşraya elinin uzanmasına ve bazen yetişememesine ilişkin problemler, kamu görevlilerinin bireysel hataları, sınıfsal baskıların devlete tahvil edilmesi, 1940’lı savaş ve kıtlık yılları, 1960 ve sonrasındaki çalkantılar, siyasetin sokak çatışmasına dönüştüğü 1970’li yıllar ve her şeyi bıçak gibi kesen 1980. Ama hepsinden önemlisi bu 60 yıl boyunca elden kaçan onlarca fırsat, tüketilen onca enerji ve bir türlü yeterince büyüyemeyen ve gelişemeyen Türkiye.
1990’lar ise “geçmişle hesaplaşma” tartışmalarının da yapıldığı bir kuluçka dönemi özelliğini taşır. Bu dönemin en önemli siyasi olaylarından olan 28 Şubat, geçmişin topyekun mahkum edilmesinin kapısını aralayan bir sihirli değnek gibi hem bireysel algıları hem de toplumsal siyasi kabulleri değiştirmiştir.
Yoklukların, sancıların, krizlerin ve de toplumsal bellekte derin yaralar açan onlarca sıkıntının cümlesinin neticesinde egemenlik anlayışının da değişime uğradığı 2000’lerde Türkiye de kendi çapında yeni bir döneme girmiştir.
Devletlerin ve toplumların kritik nitelikli değişim ve dönüşümlerinde aslolan devletin ve toplumun tarihi dinamiklerini merkeze oturtan bir eksen etrafında hareket etmesidir. Ancak Türkiye’nin 2000’lerin devamında yaşadığı değişim ve dönüşüm süreci “müşterek tarihin son yüzyılının reddiyesi” üzerine oturmaktadır.
Özellikle Şubat 2001 Krizi ile başlayan geçmişi tavsiye sürecinde arkasına 28 Şubat’ın sancılarını ve mağduriyetini de alan bir ekip önemli bir iç ve dış konjonktür desteğiyle hükümete gelmiştir. Devamında ise 2007 yılından itibaren başlatılan siyasi krizlerle besletilen bir mücadele sürecinde hem devlet kurumları hem de toplum önemli ölçüde baskı altına alınmaya başlamıştır.
Özellikle Amerika’nın Utah Eyaletinde bir kişinin bilgisayarından gönderilen mesajlarla başlayan süreç daha sonra “Ergenekon Süreci” adı verilen bir sindirme sürecine dönüşmüş, bu sürecin bir amacı ve sonucu olarak hem kamu görevlileri ve kurumları hem de tüm toplum bireyleri sindirilmeye başlanmıştır.
Bu sürecin ülkemize getirdiği en önemli yenilik senin yargın benim yargım ayrışmasıdır. Bu ayrışmanın neticesinde ülkede insan haklarının en önemli güvencesi olan yargı iki başlı bir kuruma dönüşmüş, yargının bir kanadı Cumhuriyet’in temel değerleri için kurumsal direnişin merkezi haline gelmiştir. Öte yandan yargının diğer kanadı da medyanın servis ettiği belgelerle tüm insan haklarını ihlal ederek tutuklamalar, gözaltılar ve yargılamalarla insanlara “acaba bugün sıra bende mi?” hissini en derinden yaşatır olmuştur. Bu ayrışmanın neticesinde ülkemizin önemli bir geleneği olmaya aday olan “tele kulak” meselesi de olabildiğince yaygınlaşmıştır.
Adalet Bakanı ülkemizde şu an itibarıyla 70 bin kişinin dinlendiğini açıklarken son bir hafta içinde Cumhuriyet Başsavcısı’nın, Yargıtay’ın, tüm kamu kurumlarının, ilgili ilgisiz on binlerce insanın dinlendiği ortaya çıkmıştır.
Enteresan olanı ise başbakanın çıkıp da; “Beni bile dinlemişler” demiş olmasıdır. Oysaki dinlemeleri yapan kurumun (TİB) başındaki isim (Fethi Şimşek), sadece ve sadece başbakanın kişisel tasarrufu ile atanabilen bir kişidir. Yani başbakandan başka herhangi bir kimsenin adamı olması kabil-i mümkün değildir. Başbakanın kendi seçtiği kişinin başında olduğu kurumun kendisini bile dinlediğini söyleyerek, gerçeği bilmeyen insanların gözünde yine devleti suçlayıcı bir tavır sergilemektedir.
Halbuki o Fethi Şimşek’in oraya atanmasını sağlayan yönetmelik, hep yapıldığı gibi TBMM’den bir gece yarısı operasyonu ile geçirilmiş, Anayasa Mahkemesi’nin önüne giden iptal istemi tam 2,5 yıl sümen altında bekletilmiş ancak yönetmelik mecburen iptal edilmiştir. Şu an ise atama tasarrufu sadece başbakanın elinde olan bu kişi kanunsuz bir şekilde o koltukta oturmakta ve önüne geleni dinlemekte hesabını da sadece başbakana vermektedir.
Gelinen noktada söylenecek o kadar çok şey var ki insan hangi birini sayacağını şaşırıyor. Tüm vurgusu insan hakları ve demokrasi olan bir iktidar, insan mefhumunu kökünden kazırcasına hükümet etmektedir.
İnsan mefhumunun kökünü kazımaktadır…
Çünkü bir insan ancak içsel değerleri varsa, onların bir mahremiyeti varsa ve o değerleri bir güvence altındaysa insandır. Ancak bu şartlarda benliği tamdır ve kendini hissettiği güvene bağlı olarak kendini toplumda var eder. Ama gelinen süreçte bir insanın aylarca tutuklu kalması herhangi bir savcının “ben senden kıllandım, gel seni bir araştıralım arkadaş” demesi kadar basit duruma bağlıdır. Gerekçe de hazır; darbe teşebbüsü.
1984 Mü? 2009 Mu?
Teröristlerin devlet erkanı tarafından kahramanlar gibi karşılandığı bir dönemde devletine sahip çıkmanın adı, üç beş hırsızın da sürece dahil edilerek darbeciye çıkarken, artık insanların ne kişisel mahremiyetleri kalmıştır ne de fikir özgürlüğü denen şey kalmıştır.
Devlete, askere ve vatandaşa kurşun sıkıp kan döken teröristler, açılım süreçlerinde elini kolunu sallayarak gezinmeye, İmralı’da kabine kurmaya başlamışken ülkemizde bugüne kadar yerleşik değerlerin lehine konuşmak bile darbeci olmanız için yeter sebep olmuştur. İnsanlar bir devletin vatandaşı olmayı ancak ve ancak onun kendisine sağladığı güvencelerden dolayı kabul eder. Birey için devlet, onun yaşamını devam ettirmesi için gerekli olan güvenceleri sağlayan mekanizmadır. Fakat bugün gelinen noktada devlet, vatandaşı gözetleyen, fişleyen, dinleyen, her adımını kayıt altına alan, yatak odasındaki muhabbete kadar her şeyi ifşa eden fütursuz bir mekanizmaya dönüşmüştür. Bu durum kişi bilincinde karşı konulmaz bir yılgınlığa neden olurken bireylerin özgür iradeden mahrum bir yılgınlığa düşmesinin yolunu açmaktadır.
Adı demokrasi ve özgürlükler arayışı olan bu süreçte hiçbir faşizmin insanı bu denli kuşatamadığı, dışarıdan ve içerden teslim alma, baskı ve kontrol etme süreci işlemektedir. Denebilir ki tarihin hiçbir döneminde bu denli kapsayıcı bir faşizan olguya rastlanmamıştır. Her ne kadar faşizmi insanlar fiziksel şiddete dayalı yönetimler olarak algılasa da günümüzde ruhsal şiddetin doruğa çıktığı bir baskı ve faşizan anlayış hüküm sürmektedir. Toplum olarak şiddetli bir paranoyaya tutulmuş bir şekilde devletin yarattığı korku tünelince yol almaya, ışığı görmeye çalışıyoruz.
1984’ü hemen hepimiz biliriz. Hikâye her ne kadar Hitler’i ve onun bireyleri ve toplumu topyekun kuşatan Gestapo’sunu çağrıştırsa da asıl kahraman füturistik bir despotizmin fantastik Führer’idir. Oradaki köle insanlar ise günümüzün çaresizliğinde kıvranan insanlardır. Yani hikaye tam da bugün yaşandığı gibi her adımı gören göz tarafından izlenen, gözlenen, dinlenen, kaydedilen çaresiz insanların yaşamını anlatır.
Orwell günümüzü mükemmel bir şekilde resmetmiş ancak tarihi 2009 olarak belirlemeyi sanırım unutmuş.
Son 20 yıldır kafalar öyle bulandırıldı ki, kimin kimle ne yaptığı belli değil. Sap saman iyice karıştı.
Görünen tarihlere hiç önem vermem ben esas gizli kalmış tarihler olaylar çok çok önemli.
Marifette zaten görüneyeni görebilmek değil midir ?
Dünyanın gizli tarihi diye bir yazı okumuştum orda çok ilginç anlatımlar vardı.
Kasım 22nd, 2009 at 13:19